27 Şubat 2012 Pazartesi

Bu Hafta Neler İzledim#1



Eskiden sinemaya daha çok vakit ayırmamam rağmen son zamanlarda maalesef bu alışkanlığımı evde izlemeye değişmiş bulunuyorum. Eskiden gidecek film bulamazken (çok gitmekten dolayı) şimdi ise biraz teknoloji daha çok üşengeçlik maalesef eski dostumuzu çok ama çok ihmal ettik. Özellikle ortaokul ve lise döneminde gitmediğimiz film kalmazken (çok sıkı dostum Ömer Ertüm ile beraber) bazı başyapıtlara iki kere gittiğimi bile hatırlarım. Bkz. Forrest Gump, Interview With Vampire. Kendi kendime bu haftadan itibaren eski dost ile tekrardan görüşme kararı aldım (şizofren davranış):) Blogu takip edenler genelde Fenerbahçe ve basketbol hakkında yazdığımı bilirler. Bundan sonra yazdığım konulara bir yenisini daha ekleyip "Sinema" başlığı altında o hafta hangi filmi veya filmleri izlediysem burada sizlerle paylaşacağım. Bir kişi bile "İyi ki tavsiye etmişsin bu filmi izlemek beni çok mutlu etti" dese bile kâfi bana. Bu filmler tabi ki sadece o hafta sinemalarda gösterimde olan filmler olmayacak. Yeri geldiğinde zamanında izlemediğimiz filmleri de yazacağız burada. (Atilla Dorsay mode on):)) Genelde bu yazılarımızı da mümkün olduğunca Pazar günleri yayınlayacağım. Kafamda şöyle de bir düşünce var sizinle paylaşmak istediğim. O hafta izlediğiniz, özellikle gösterimde olan ve beğendiğiniz herhangi bir filmi buradaki yazım formatına uygun olarak bana yollarsanız onları da paylaşmak isterim. Bana ulaşabileceğiniz tüm iletişim araçları blogun ana sayfasında mevcut. Şimdiden iyi eğlenceler. 

Hugo
"If the entire world was one big machine, I couldn't be an extra part. I had to be here for some reason."

Martin Scorsese - 3D??? İlk duyduğumda çok şaşırmış, şaşırmanın yanı sıra üzülüp kendi kendime "Ah be Scorsese sen de mi" dediğimi hatırlıyorum. Goodfellas, Taxi Driver, Ragin Bull vs vs gibi başyapıtlardan sonra Scorsese'nin para için 3D film yaptığını düşünmek benim aptallığım olsa gerek ki filmi izledikten sonra yüzüm de kızarmadı değil hani. Film evde izlediğim için haliyle 3D izleyemedim. Benim küçük ev sinemam maalesef o teknolojiye sahip değil:) Ondan dolayı 3D'si şöyle olmuş veya böyle olmuş diyemeyeceğim. Filmimiz 1930'ların Paris'inde geçiyor. Bu bağlamda eğer Paris'i seven biriyseniz sizin için film görsel olarak ayrı bir zevk verecektir. Filmin uzun bir bölümü Paris tren istasyonunda geçmesine rağmen şehrin diğer kısımlarını da görmeniz mümkün. Brian Selznick'in "The Invention of Hugo Cabret" aslı çocuk romanından uyarlanmış olsa da filmin ortalarına doğru bir çocuk filmi olmaktan çıkıyor ve başrol Hugo'dan Gerorges Melies'a geçiyor. Martin Scorsese'den sinemanın babası sayılacak (ki ben de bilmiyordum filmi izledikten sonra internetten açıp öğrendim) Gerorges Melies'e bir teşekkür, bir saygı duruşu niteliğini almaya başlıyor. Lumiere Kardeşlerden başlayarak gerek  sinemanın ilk zamanları olsun gerekse kullanılan teknikler olsun bir belgesel kıvamında izlemeye başlıyoruz filmi. Bir sinemasever olarak inanın sizin de bu sahneler çok hoşunuza gidecek. George Melies'i filmde Ben Kingley canlandırıyor ki baba yine açıkçası döktürmüş. Küçük başrol oyuncumuz Hugo'yu ise Asa Butterfield canlandırıyor ki film boyunca kendi kendime bu çocuğu nerden biliyorum diye düşündüm durdum. Merlin severler onu diziden Mordered namı diğer Druid Boy olarak hatırlayacaklardır. Ayrıca Sacha Baron Cohen de istasyon şefi olarak güzel bir oyunculuk çıkarmış. Özellikle ailelerin çocuklarıyla beraber izlemelerini tavsiye ederim.






Midnight In Paris
"You can fool me, but you cannot fool Ernest Hemingway!

Filmi izlemeye başlamadan önce acaba bu kadar Paris biraz fazla gelebilir mi diye düşünsem de (Hugo'dan hemen sonra izledim) açıkçası hiç de fazla olmadığını gördüm. Hugo'nun aksine Paris'in arka sokaklarını, Arnavut kaldırımlarını, cafelerini daha çok görmeniz mümkün. Paris'in o romantik havasını Woody Allen gayet net bir şekilde aktarıyor izleyiciye. Filmin başlangıcı ise zaten bir nevi turizm bakanlığı onaylı Paris tanıtım filmi gibi:) Aslına bakarsanız pek de Woody Allen seven biri olmadığımdan dolayı filmi biraz da önyargılı izlemeye başladım. Filmin biraz kasacağını düşünsem de hiç de öyle olmadı. Öykü açıkçası benim çok hoşuma gitti. Filmin değişik ve bir o kadar da hoş bir konusu var. Başkahramanımız Gil (Owen Wilson) ile çıktığımız bu yolculukta filme iyice dalıp filmin içinde kayboluyorsunuz. Bunu dememin sebebi ise filmin sonundan kaynaklı. Film bittiğinde açıkçası tepkim "Eee bitti mi?? Hadi yavv:(" şeklinde idi. Paris sokaklarında dolaşmayı seven Amerikalı yazarımız Gil bir akşam gezerken karşısında eski bir araba durur ve içindekiler (kim olduklarını söylemiyorum:)) onu arabaya çağırır böylece Gil ile olan yolculuğumuz başlar. Sanat tarihine biraz ilginiz varsa film mutlaka hoşunuza gidecektir. Ayrıca Adrien Brody severler için de filmde çok güzel bir sahne var. Canlandırdığı karakteri çok ama çok iyi oynamış. Filmde en çok güldüğüm sahnelerden biriydi. Adrien Brody gibi filmde birçok ünlü ismi görmek de mümkün. Filmde Paul (Michael Sheen) karakterine uyuz olmanız kuvvetle muhtemel:)





The Iron Lady
Watch your thoughts for they become words. Watch your words for they become actions. Watch your actions for they become... habits. Watch your habits, for they become your character. And watch your character, for it becomes your destiny! What we think we become. 

Meryl Streep... Hiçbir zaman hakkında objektif olamayacağım, benim için en güzel, en iyi, en en en aktiristlerin başında gelen isim. Meryl Streep'in çoğu filmini izlemiş biri olarak şunu söyleyebilirim ki canlandırdığı her karakterden ayrı bir zevk ayrı bir tat almışımdır. Oynadığı her rolde ister zengin kız olsun ister acımasız bir patron isterse bir hizmetçi hepsinde ayrı bir Meryl Streep görmeniz mümkün. Oscar dâhil adaylığının bulunduğu her türlü ödülde tek desteklediğim ve kazanmasını hep istediğim isim olmuştur. Yeter bu kadar Meryl Streep hayranlığı diyeceksiniz ama ne yapiyim elimde değil. The Iron Lady isminden de anlaşılacağı üzere bir döneme damgasını vurmuş İngiltere'nin ilk kadın başbakanı Margaret Thatcher'ın hayatını kesitlerle anlatan güzel bir film. Öncelikle film için şunu diyebilirim ki direk film başladıktan 5 dakika sonra bir flashback yapıp 1,30 saat sonra günümüze dönmüyor ki bence filmin en iyi yanlarından biri de bu. Günümüzde iyice yaşlanmış daha çok duygusal tarafını gördüğümüz bir Margaret Thatcher çıkıyor karşımıza en başlarda. Ardından nasıl bir bakkalın kızından İngiltere başbakanı oluşunun ve bu uğurda ödediği bedellerin öyküsünü ara ara flashbackler ile veriyor bize yönetmen. Filmi en başından anlamadığım bir duygusallıkla izledim. Özellikle filmin başındaki süpermarket sahnesi açıkçası beni çok etkiledi. Tabi Margaret Thatcher'ın başarı öyküsü de beni etkileyen ayrı bir konu. Yalnız Meryl Streep'in makyajını kim veya hangi ekip yaptıysa koca bir "Helal olsun"'u hak ediyorlar. Bildiğin Margaret Thatcher'ı klonlamışlar. Umarım en iyi kadın oyuncu heykelciğini kucaklayacak bu filmdeki rolüyle Meryl Streep:)) Filmi çok övdük ama biraz sol ağırlıklı bir sinema severseniz bana ne Margaret Thatcher'dan da diyebilirsiniz:))








Püzant YÜCECAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...