Bugün takımımız
Fenerbahçe Ülker EA7 Emporio Armani deplasmanında oynayacağı Turkish Airlines
Euroleague Top 16'daki son maçı için Milano'ya uçtu. Her zamanki gibi yine
Fenerbahçe Ülker'i uğurlayan en son kişi oldum herhalde:)) Şansıma ne zaman
Euroleague'de deplasman maçları olsa benim çalıştığım güne denk geliyor gidişleri:))
Takımımızda
moraller gördüğüm ve sohbet edebildiğim kadarıyla çok iyi. Herkes Top 8'e
kalacağımıza inanmış durumda. İnşallah yarın Milano deplasmanından galip
geliriz ve Top 8'e kalırız. Tabi bir kulağımız da PAO - Unics maçında olacak.
Takım kaptanımız Ömer Onan ise her zaman dediğim gibi adam gibi adam. Kendisi
de bugün takımla birlikte Milano'ya uçanlar arasındaydı. Kendine maçta oynayabilecek
misin diye sorduğumda "Yok sadece takımın yanında olmak için
gidiyorum" dedi. Daha ne denebilir ki bu adama:)) Ayrıca güzel bir haber 1,5 - 2 haftaya kadar takıma geri döneceğini de söyledi.
Bu arada
takımımızdan Marko, Ukic, Vidmar, Mirsad, Emir ve Bojan birlikte otururlarken
kendilerine dondurma ikram ettik ama tek kabul eden Ukic oldu. Dondurma da
Maraş dondurması olunca ortaya hoş sahneler çıktı. Kısa bir video olmasına rağmen
sizinle paylaşmak istedim. Umarım hoşunuza gider.
Eskiden sinemaya
daha çok vakit ayırmamam rağmen son zamanlarda maalesef bu alışkanlığımı evde
izlemeye değişmiş bulunuyorum. Eskiden gidecek film bulamazken (çok
gitmekten dolayı) şimdi ise biraz teknoloji daha çok üşengeçlik maalesef eski
dostumuzu çok ama çok ihmal ettik. Özellikle ortaokul ve lise döneminde
gitmediğimiz film kalmazken (çok sıkı dostum Ömer Ertüm ile beraber) bazı başyapıtlara
iki kere gittiğimi bile hatırlarım. Bkz. Forrest Gump, Interview With Vampire.
Kendi kendime bu haftadan itibaren eski dost ile tekrardan görüşme kararı aldım
(şizofren davranış):) Blogu takip edenler genelde Fenerbahçe ve basketbol
hakkında yazdığımı bilirler. Bundan sonra yazdığım konulara bir yenisini daha
ekleyip "Sinema" başlığı altında o hafta hangi filmi veya filmleri
izlediysem burada sizlerle paylaşacağım. Bir kişi bile "İyi ki tavsiye
etmişsin bu filmi izlemek beni çok mutlu etti" dese bile kâfi bana. Bu
filmler tabi ki sadece o hafta sinemalarda gösterimde olan filmler olmayacak.
Yeri geldiğinde zamanında izlemediğimiz filmleri de yazacağız burada. (Atilla
Dorsay mode on):)) Genelde bu yazılarımızı da mümkün olduğunca Pazar günleri
yayınlayacağım. Kafamda şöyle de bir düşünce var sizinle paylaşmak istediğim. O
hafta izlediğiniz, özellikle gösterimde olan ve beğendiğiniz herhangi bir filmi
buradaki yazım formatına uygun olarak bana yollarsanız onları da paylaşmak
isterim. Bana ulaşabileceğiniz tüm iletişim araçları blogun ana sayfasında
mevcut. Şimdiden iyi eğlenceler.
Hugo
"If the entire world was
one big machine, I couldn't be an extra part. I had to be here for some reason."
Martin Scorsese - 3D??? İlk
duyduğumda çok şaşırmış, şaşırmanın yanı sıra üzülüp kendi kendime "Ah be
Scorsese sen de mi" dediğimi hatırlıyorum. Goodfellas, Taxi Driver, Ragin
Bull vs vs gibi başyapıtlardan sonra Scorsese'nin para için 3D film yaptığını
düşünmek benim aptallığım olsa gerek ki filmi izledikten sonra yüzüm de
kızarmadı değil hani. Film evde izlediğim için haliyle 3D izleyemedim. Benim
küçük ev sinemam maalesef o teknolojiye sahip değil:) Ondan dolayı 3D'si şöyle
olmuş veya böyle olmuş diyemeyeceğim. Filmimiz 1930'ların Paris'inde geçiyor.
Bu bağlamda eğer Paris'i seven biriyseniz sizin için film görsel olarak ayrı
bir zevk verecektir. Filmin uzun bir bölümü Paris tren istasyonunda geçmesine
rağmen şehrin diğer kısımlarını da görmeniz mümkün. Brian Selznick'in "The
Invention of Hugo Cabret" aslı çocuk romanından uyarlanmış olsa da filmin
ortalarına doğru bir çocuk filmi olmaktan çıkıyor ve başrol Hugo'dan Gerorges
Melies'a geçiyor. Martin Scorsese'den sinemanın babası sayılacak (ki ben de
bilmiyordum filmi izledikten sonra internetten açıp öğrendim) Gerorges Melies'e
bir teşekkür, bir saygı duruşu niteliğini almaya başlıyor. Lumiere Kardeşlerden
başlayarak gerek sinemanın ilk zamanları olsun gerekse kullanılan
teknikler olsun bir belgesel kıvamında izlemeye başlıyoruz filmi. Bir
sinemasever olarak inanın sizin de bu sahneler çok hoşunuza gidecek. George
Melies'i filmde Ben Kingley canlandırıyor ki baba yine açıkçası döktürmüş.
Küçük başrol oyuncumuz Hugo'yu ise Asa Butterfield canlandırıyor ki film
boyunca kendi kendime bu çocuğu nerden biliyorum diye düşündüm durdum. Merlin
severler onu diziden Mordered namı diğer Druid Boy olarak hatırlayacaklardır.
Ayrıca Sacha Baron Cohen de istasyon şefi olarak güzel bir oyunculuk çıkarmış.
Özellikle ailelerin çocuklarıyla beraber izlemelerini tavsiye ederim.
Midnight In Paris
"You can fool me, but you cannot fool Ernest Hemingway!
Filmi izlemeye başlamadan önce
acaba bu kadar Paris biraz fazla gelebilir mi diye düşünsem de (Hugo'dan hemen
sonra izledim) açıkçası hiç de fazla olmadığını gördüm. Hugo'nun aksine
Paris'in arka sokaklarını, Arnavut kaldırımlarını, cafelerini daha çok görmeniz
mümkün. Paris'in o romantik havasını Woody Allen gayet net bir şekilde
aktarıyor izleyiciye. Filmin başlangıcı ise zaten bir nevi turizm bakanlığı
onaylı Paris tanıtım filmi gibi:) Aslına bakarsanız pek de Woody Allen seven
biri olmadığımdan dolayı filmi biraz da önyargılı izlemeye başladım. Filmin
biraz kasacağını düşünsem de hiç de öyle olmadı. Öykü açıkçası benim çok hoşuma
gitti. Filmin değişik ve bir o kadar da hoş bir konusu var. Başkahramanımız Gil
(Owen Wilson) ile çıktığımız bu yolculukta filme iyice dalıp filmin içinde kayboluyorsunuz. Bunu dememin
sebebi ise filmin sonundan kaynaklı. Film bittiğinde açıkçası tepkim "Eee
bitti mi?? Hadi yavv:(" şeklinde idi. Paris sokaklarında dolaşmayı seven
Amerikalı yazarımız Gil bir akşam gezerken karşısında eski bir araba durur ve
içindekiler (kim olduklarını
söylemiyorum:)) onu arabaya çağırır böylece Gil ile olan yolculuğumuz başlar. Sanat tarihine biraz ilginiz
varsa film mutlaka hoşunuza gidecektir. Ayrıca Adrien Brody severler için de
filmde çok güzel bir sahne var. Canlandırdığı karakteri çok ama çok iyi
oynamış. Filmde en çok güldüğüm sahnelerden biriydi. Adrien Brody gibi filmde
birçok ünlü ismi görmek de mümkün. Filmde Paul (Michael Sheen) karakterine
uyuz olmanız kuvvetle muhtemel:)
The
Iron Lady
Watch
your thoughts for they become words. Watch your words for they become actions.
Watch your actions for they become... habits. Watch your habits, for they
become your character. And watch your character, for it becomes your destiny!
What we think we become.
Meryl Streep... Hiçbir zaman hakkında
objektif olamayacağım, benim için en güzel, en iyi, en en en aktiristlerin
başında gelen isim. Meryl Streep'in çoğu filmini izlemiş biri olarak
şunu söyleyebilirim ki canlandırdığı her karakterden ayrı bir zevk ayrı bir tat
almışımdır. Oynadığı her rolde ister zengin kız olsun ister acımasız bir patron isterse bir hizmetçi hepsinde ayrı bir Meryl Streep görmeniz mümkün. Oscar dâhil adaylığının bulunduğu her
türlü ödülde tek desteklediğim ve kazanmasını hep istediğim isim olmuştur.
Yeter bu kadar Meryl Streep hayranlığı diyeceksiniz ama ne yapiyim elimde
değil. The Iron Lady isminden de anlaşılacağı üzere bir döneme damgasını vurmuş
İngiltere'nin ilk kadın başbakanı Margaret Thatcher'ın hayatını kesitlerle anlatan güzel bir
film. Öncelikle film için şunu diyebilirim ki direk film başladıktan 5 dakika
sonra bir flashback yapıp 1,30 saat sonra günümüze dönmüyor ki bence filmin en
iyi yanlarından biri de bu. Günümüzde iyice yaşlanmış daha çok duygusal tarafını gördüğümüz bir Margaret Thatcher çıkıyor karşımıza en başlarda. Ardından nasıl bir
bakkalın kızından İngiltere başbakanı oluşunun ve bu uğurda ödediği bedellerin
öyküsünü ara ara flashbackler ile veriyor bize yönetmen. Filmi en başından
anlamadığım bir duygusallıkla izledim. Özellikle filmin başındaki süpermarket
sahnesi açıkçası beni çok etkiledi. Tabi Margaret Thatcher'ın başarı öyküsü de beni etkileyen ayrı bir
konu. Yalnız Meryl Streep'in makyajını kim veya hangi ekip yaptıysa koca bir
"Helal olsun"'u hak ediyorlar. Bildiğin Margaret Thatcher'ı klonlamışlar. Umarım en iyi kadın oyuncu
heykelciğini kucaklayacak bu filmdeki rolüyle Meryl Streep:)) Filmi çok övdük ama biraz sol ağırlıklı bir sinema severseniz bana ne Margaret Thatcher'dan da diyebilirsiniz:))
Fenerbahçe Ülker Euroleague Top 16 5. haftasında Fenerbahçe Ülker Sports Arena'da konuk ettiği Rus ekip Unics Kazan'ı normal süresi 79-79 biten maçta uzatmalar sonucu 94-87 mağlup ederek Turkish Airlines Euroleague'de ikinci galibiyetini almayı başardı. Bu galibiyet ile takımımız olası bir ikili averajda Unics Kazan'ın hem bir adım önüne geçti hem de Top 8 için ümitlerini son hafta Milano deplasmanına taşıdı.
Bu takım için ne yazılır ne çizilir açıkçası bilemiyorum. Önce geçen sene Top 16'ya 3 galibiyet ile başlayıp ardından 3 mağlubiyet alıp elenen takıma sonra da bu seneki takıma bakıyorum. Arada dağlar kadar fark olmasına rağmen haftaya Milano deplasmanında galip geldiğimiz takdirde (tabi PAO'un Unics'i deplasmanda yendiğini varsayarak) Top 8'e kalıyoruz. Şimdi soruyorum. 2 sezon, 2 ayrı takım. Maçların görüntülerini bilmeyen birine izletelim ve hangi takım Top 8'e kalmış diyelim. Yanıt çok büyük olasılıkla ilk takım olacaktır. Açıkçası bunu ne basketbol ile ne matematikle ne fizikle anlayabilmek veya anlatmak mümkün. En azından ben kendime bile açıklayamıyorum.
Gelelim dünkü maça. Dün Unics karşısında kelimenin tam anlamıyla mucizevî bir galibiyet aldık. Maçın son saniyelerinde İbrahim Kutluay "İmkânsız...Bu dakikadan sonra.. " Murat Kosova "Artık Fenerbahçe'nin seneye hesaplar yapması lazım " derken birden Ukic'in basketiyle İbo'yu ayakta, Murat Kosova'yı ise sandalyenin üzerinde gördük maç uzatmaya giderken. Maçı kazandık ama biraz da mucizevî bir şekilde, basketbol melekleri bizim yanımızdaydı. Maçın ilk üç çeyreğine baktığımız takdirde Fenerbahçe Ülker adına maalesef çok da olumlu konuşamıyorum. Hücumda her ne kadar iyi olsak da savunmada aksayan yönlerimizi rakip çok iyi bir şekilde değerlendirdi. Önce savunmamızdan başlayalım. Maç değerlendirmesini okurken lütfen yazdıklarımı maçın 35 dakikası + son 10 dakika (uzatmalar dahil) şeklinde olduğunu söyleyeyim.
Savunmamızdan başlamak gerekirse maç boyunca sert ve agresif bir savunma uygulamamıza rağmen maalesef savunmada pek de başarılı olduğumuz söylenemez. Öncelikle Unics'in oyun kurucularından eski Fenerbahçeli Lynn Greer'i bir türlü durduramadık. Maçı 33 sayı + 6 ribaunt + 6 asist ile tamamlayan Grrer hem takımının hem de maçın en skorer ismi olmayı başardı. Ayrıca maçın en çok asist yapan ismiydi. Burada Greer'e soruyoruz geçen sene nerelerdeydin Greer bizi mi buldun patlayacak affedersin:)) Geçen sene Fenerbahçe Ülker forması ile Euroleague normal sezonda oynadığı 10 maçta 50 sayı atmışken bize sadece bir maçta 33 sayı attığı için ayrıca kulaklarını çınlatıyoruz. Tabi bu işin şakası. Neyse Fenerbahçe Ülker savunmada sadece Greer'in oyununa engel olamamanın yanında artık klasikleşmiş pick&roll sorunumuz bu maçta da nüksetti. Unics'in pick&rolleri sonunda bulduğu sayıları sadece izlemekle yetindik. Ayrıca savunmada yaptığımız hatalar ve yardım getirmememizden dolayı Unics çok basit sayılar bıraktı potamıza. Hatta kaçıncı çeyrekti hatırlamıyorum ama Domercant arka arkaya 3 hücumda elini kolunu sallayarak içeri girdi ve turnikeyi bıraktı. Sadece Domercant'ın bu turnikeleri değil tabi. Neredeyse birbirinin fotokopisi olan Unics'in hücum setlerine bir türlü çare bulamadık. Ayrıca Unics'in bu maçta en skorer ikinci ismi olan Mike Wilkinson'u dışarıda çok ama çok boş bıraktık. Maçı 17 sayıyla tamamlatan Wilkinson'un attığı 17 sayının dokuzunu üç sayılık atışlardan kaydetmiş." (James Gist 2 sayı)" Ayrıca Unics'inde gününde olması ve yüzdeli atmasından dolayı maçta hep üstün taraf oldular. %50 2 sayı, %50 3 sayı, %73,1 serbest atış yüzdesi ile oynamış Unics.
Hücumda ise daha derli toplu bir Fenerbahçe Ülker vardı bu maçta. Sezon başından beri göremediğimiz hücumdaki paylaşım, hızlı oyun ve hareketliliği bu maçta "Biz de böyle oynayabiliyoruz" dermişçesine gösterdi Fenerbahçe Ülker bize. Maçta takımımız en skorer ismi ise 20 sayıyla Bojan Bogdanovic olurken onu 18 sayıyla Ukic 13 sayıyla da Emir Preldizc takip etti. Zaten maçtan ilk iki çeyrek boyunca kopmamamızın sebebi de hücumdaki bu iyi oyunumuz oldu. Ki 3. çeyrekte hücumda da durunca Unics farkı 4. çeyreğin başında attığı 3'lük ile 13 sayıya kadar çıkardı. Fenerbahçe Ülker bu maçta %57,4 2 sayı, %27,3 3 sayı ve %68,8 serbest atış yüzdesi ile oynadı. Yukarda yazdığımız Unics'in istatistiklerine bakacak olursak galibiyetin nereden geldiğini de rahatça görebiliriz. Sezon başından beri çembere gitmemiz lazım, zorlamamız lazım diye dilimizde tüy bitti ki Fenerbahçe Ülker bu maçta bununun doğru olduğunu bize kanıtladı. Neredeyse tüm hücumlarımızı çembere giderek kullandık ki yapılması gereken de buydu. Maç boyunca yaptığımız toplam 14 asist ise takımımız adına hücumda topu nasıl paylaştığımızı gösteren ayrı bir istatistik.
Bir takım düşünün savunmasında sayısız hata yaparak rakibe kolay sayı şansı veriyor, hücumdaki çarklar 3. çeyreğe kadar işlerken 3. çeyrek itibari ile bozulmaya başlıyor ve dördüncü çeyrek başında yediği 3'lük ile 13 sayı geriye düşüyor. Bu süreden sonra moraller de iyice bozulmuş iken maç çevirmek hem de 6 sayı üstü kazanmanız gereken bir maçı çevirmek inanın kolay değil. Fakat şu da var ki "Fenerbahçe'nin olduğu yerde umutlar tükenmez"
Peki, ne oldu da maçı buradan çevirebildi Fenerbahçe Ülker. Öncelikle bitime 7 dakika kala farkı 13 sayıya çıkaran Unics bu süreden sonra gevşemeye başladı. İki hücum üst üste basit hatalar yapınca koç Pashutin hemen oyuna müdahale ederek molasını aldı ve bir nebze de olsun bu mola Unics'in işine yaradı taa ki maçın bitime son beş dakika kalana dek. Son beş dakikada ise olanlar oldu. Mirsad'ın ribaundu almak için topa gözünü kırpmadan atlaması ile yarılan kaşındaki kanlar adeta takım arkadaşlarının yüreğine aktı. Maçın son bir dakikasına 73-79 geride giren Fenerbahçe Ülker yaptığı sert ve iyi savunma ile rakibine sayı şansı vermedi. Greer'i de kilitlemeyi başaran Fenerbahçe Ülker son saniyede Ukic'in gözyaşı damlası ile de maçı uzatmaya götürmeye başardı. Uzatmada da bu iyi oyununu sürdüren Fenerbahçe Ülker maçtan da galip ayrılmasını bildi.
Son 5 dakika ve uzatma ile birlikte toplam 10 dakika. Fenerbahçe Ülker bu 10 dakika boyunca Mirsad Türkcan'ın önderliğinde sahaya yüreğini koydu. 3 çeyrek boyunca savunmada bocalayan, rakibine baskı yapmayıp kolay sayı şansı veren Fenerbahçe Ülker savunmada adeta rakibine etten duvar ördü. Zaten 4. çeyrek ve uzatmadaki skora bakınca bunu gayet rahat anlayabiliyoruz. 4. çeyrekte 24 sayı atan Fenerbahçe Ülker sadece 11 sayı yemiş. Uzatmada ise 15-8 üstünlüğümüz göze çarpıyor. Şimdi yazmaya başlasak bu yazı inanın bitmez ondan dolayı Mirsad için ayrı bir yazı yazacağım ama şunu da demeden geçemeyeceğim. Yüreğine içindeki o kazanma hırsına inancına helal olsun senin. 36 yaşında 1,5 senelik ağır bir sakatlıktan dönüp Top 16 da ribaunt lideri olmak inanın kolay bir şey değil. Aldığı ribauntlar da boş ribauntlar değil. Rakibin elinden çekip aldığı ribauntlar bunlar. Neyse dedik ya Mirsad'a teşekkürlerimizi ayrı bir yazıyla sunacağız. Son bir istatistik daha. Oğuz Savaş (2), Gasper Vidmar (5) James Gist (1) Kaya Peker (1)=9 ribaunt. Mirsad Türkcan 13 ribaunt.
Emir'in 13 sayı + 4 ribaunt + 4 asist / Vidmar'ın 10 sayı + 5 ribaunt / Ukic'in 18 sayı + 3 asistlik katkısını da unutmamak lazım. Maçın Fenerbahçe Ülker adına Mirsad'la beraber diğer iyi isimleri arasında yer aldılar. Bojan'ı zaten yukarda söylemiştik. James Gist ise smacını bastı rahatladı. Pek fazla söze gerek yok onun için. İnsanın bu noktada Jerrells'ın suçu ne diyesi geliyor.
Tamam, uzattım biliyorum ama yazmaz isem olmaz:))
Bojan'ın uzatmalarda serbest atış çizgisinde 2/2 ile dönmesinin ardından son 12 saniye kala rakibe orta sahada yaptığı faul ile rakibi serbest atış çizgisine yollayıp süreyi durdurması.
Ukic'in fark 9 sayı, son 6 saniye ve takım moladan dönmüş iken rakibe 3'lük çizgisinin gerisinde yaptığı faul. Kazara orda Lyday şuta kalkmış olsa ne olacaktı??
James Gist'in son saniyede topu çıkaramaması ile topun rakibe geçmesi (ki topun kimseye değmediği için süre işlemedi) ve o ana kadar 3/3 üç sayılık isabet bulmuş Wilkinson'a topun geçmesi ve onun da tıpkı Fotsis gibi son saniyede 3'lük kaçırması. (http://tvarsivi.com/player.php?y=339&z=2012-02-23%2022:03:00) çemberden çıkan sese lütfen dikkat)
Bunları bana biri açıklayabilir mi???
Nasıl bir takım olduk anlamak inanın mümkün değil. Eğer EA7 Emporio Armani maçının son saniyesinde Fotsis'in veya dünkü maçtaki Wilkinson'un üçlüğü sayı olsa şu an Top 16'ya son maç öncesi veda etmiştik. Bunun da tam tersi ilk maçımız olan Unics deplasmanında 17 sayıdan maçı vermeseydik şu an bitime son bir hafta kala Top 8'i garantilemiştik. Basketbolu cilvesi demek istiyorum bunlara ama bu biraz da cilveden uzak bir durum. Neyse dünkü mucizevî galibiyetin ardından çok da havalara girmeden önümüzdeki son maça bakalım. Milano deplasmanında galip gelip Top 8'e kalmak takımın özgüveni açısından bence çok çok iyi olacak.
Nightly Notable: Fenerbahce's comeback
P.S: Başlık için Ali Murat TENTE Abime teşekkürler...
Sherlock Holmes and Dr Watson's adventures in 21st Century
London. A thrilling, funny, fast-paced contemporary remake of the Arthur Conan
Doyle classic.
221B Baker Street...
Uzun zamandır kendime göre izleyecek bir dizi bulamıyordum.
Sadece annemle oturup Merlin izliyordum ki çoğu kişinin sevmemesine rağmen
Merlin ve Kral Arthur efsanesinin hayranı olarak benim dizi de çok hoşuma
gitmişti. Basit ve sürükleyici bir diziydi bana göre ama sezon aralarının biraz
uzun olmasından da şikâyetçiydim. Neyse bu sezonu da tamamladıktan sonra kendime yeni bir dizi aramaya başladım. Bir ara Homeland izlemeye kalkıştım olmadı.
Daha sonra Hell On Whells izlemeye çalıştım ona da ısınamadım ama dün uzun süredir kendi
kendime izleyeceğim dediğim Sherlock dizisinin ilk bölümünü izledim ve açıkçası
diziye vuruldum.
BBC One kanalında yayınlanmaya başlayan Sherlock'un yapımcıları Steven Moffat ve Mark Gatiss. Steven Moffat'ı Coupling,
Doctor Who ve Jekyll gibi dizilerden hatırlamak mümkün.
Dâhilik-delilik arasındaki ince çizgide dolanan, zekâ seviyesi en
üstlerde gezen, kibirli, kendini beğenmiş dedektifimiz Sherlock'u dizide Benedict Cumberbatch canlandırıyor.
İfadesiz yüzüyle Cumberbatch
bence Robert Downey Jr'dan daha çok oturmuş Sherlock karakterine.
Guy Ritchie'in Süpermen kıvamındaki Holmes'una karşılık dizideki Holmes,
Sir Arthur Conan Doyle'un Sherlock'una daha yakın. Tabi sadık yardımcısı
Dr. Watson'ı canlandıran Martin Freeman'ı da unutmamak lazım. Dizide Dr. Watson karakterine bağlı olarak bloggerlara da gönderme var:) Ki Dr. Watson'ın bloguna bu adresten ulaşabilirsiniz. Ayrıca kendine özgü The Science Of Deduction yöntemiyle cinayetleri çözen Sherlock'un kullandığı bu yöntemle ilgili de ayrı bir site mevcut.
Dizinin Londra'da geçmesi ve kullanılan İngiliz aksanından dolayı
zaten diziye objektif olarak yaklaşmam asla söz konusu olamazdı:) Ki daha ilk
bölümden eğer İngiltere'ye özel bir ilginiz ve sevginiz varsa aklınızdan hemen
"uçak bileti ne kadardır" "nerede kalırım" gibi düşünceler
geçeceğinden eminim. Londra'ya dair ne varsa dizide bulabilirsiniz. Londra'nın
mistik sokaklarından siyah taksilerine, kırmızı otobüslerine kadar her şeyi
ayrıntılı bir şekilde görmeniz mümkün. Eğer bir Londra aşığı iseniz bu dizi
sizin yüreğinizi hoplatmaya aday. I'm British I'm British diye bağıran bir
dizi. Dizideki diyaloglar biraz ağır. Özellikle Sherlock'un düşünmeye,
kendi kendine konuşmaya başladığı sahnelerde. IQ seviyesi hat safhada olan başkarakterimizin
söylediklerini anlayarak takip etmek oldukça zor. Açıkçası benim İngilizcem
yetmedi diyeceğim o sahnelerde ama alt yazıda bile takılma yaşamadım desem
yalan olur. Durdura durdura izlemekte fayda var:) Diğer karakterlerinin ise
aralarındaki konuşmalarda böyle bir sıkıntı çekmiyorsunuz.
Dizi daha başlar başlamaz sizi içine alabilecek bir özellikte.
Detayların üzerinde çok durulduğu için diziyi izledikçe açıkcası detay manyağı
olmaktan da çekinmiyor değilim. Daha ilk bölümü böyle ise. Dizinin güzel
tarafı ise her dizide ve filimde kullanılan, okunması bir dert olan ve
anlaşılmayan telefon sahnelerini görselleştirmiş olmaları. Ayrıca dizideki
düşünce balonları da dizinin başka bir güzel yanı. Bu sayede Sherlock'un
aklından geçen veya olmaz deyip elediği fikirleri, gözlemlerinin sonuçlarını ne
şekilde bağladığını da rahatlıkla görebiliyoruz.
Dizinin tek kötü yanı aslında kötü müdür iyi midir bilmem ama
sezon başına sadece üç bölüm çekilmesi. Bundan dolayı diziye çok bağlanmamanızı tavsiye etmek istesem de bu zor gibi duruyor. Aslında dizi demek biraz da
yanlış olur Sherlock için. Mini dizi desek daha yerinde. Dizinin her bölümü
yaklaşık bir buçuk saat civarında. Aha bizim Türk dizileri gibiymiş demeyin
sakın. Bir buçuk saat boyunca karakterlerin birbirine bön bön baktığı sahneler
yok tabi ki. Öyle güzel bir dizi ortaya çıkarmışlar ki, bir buçuk saat boyunca
hem eğleniyorsunuz hem düşünüyorsunuz hem de heyecanlanıyorsunuz. Yukarıda da
dediğim gibi İngiliz yönetmen Guy Ritchie'nn Sherlock Holmes'larını
unutturacak kadar sağlam bir dizi. Açıkçası 2009 yılında ve geçen sene çekilen
Amerikan vari Sherlock'a İngilizler tokat gibi bir yanıt vermiş. Sherlock
Holmes ancak bu kadar güzel günümüze uyarlanabilirdi. Belki biraz abartacağım
ama klasik edebiyat eserlerinin günümüze nasıl uyarlanacağı konusunda ders
olarak da okutulabilir. Sherlock'un elinde cep telefonu gördüğünüzde inanın hiç
yadırgamıyorsunuz. Gerek karakterleri, gerek çekimleri olsun müzikleri ve senaryosuyla
beraber müthiş bir dizi. İzlemenizi şiddetle tavsiye ederim.