4 Ağustos 2012 Cumartesi

Bu Hafta Neler İzledim#6



Uzun zamandır The Big Bang Theory'nin kaçırdığım eski bölümlerini izlemekten sinema yazılarına kısa bir süre ara vermiştik. Aslında itiraf ediyorum asıl sebep TBBT değil:)) Asıl suçlu bu inanılmaz yaz sıcakları ve bu sıcaklarda yaşadığım uzun süreli konsantrasyon sorunu:))

Neyse bu hafta sevgili vantilatörümün yardımı ve paylaşımcılığı sayesinde tekrardan film izlemeye başlayabildik...Şimdiden iyi seyirler...


"With a little luck, it goes forward, and you win. Or maybe it doesn't, and you lose."

Bu hafta izlediğim ilk film usta yönetmen Woody Allen'ın yazıp yönettiği 2005 yapımı Match Point. Woody Allen gene bize sanki o şehrin veya kasabanın gönüllü turizm elçisi edasıyla filmin hemen başında bir turistik gezi yaptırıyor. Film İngiltere'de geçtiği için ise bu beni, içimde akan bir yarayı tekrar dürtüklüyor. İngiltere'nin o eski sokaklarından modern şehir merkezine, bağından bahçesine kadar güzel bir gezinin ardından benim gene İngiltere'ye gitme aşkım kabarıyor:)) Neyse biz filmimize dönelim. Film, klasik ve sıradan bir aşk üçgenini  romantizm ve gerilim ile harmanlayıp asıl vermek istediği mesajı filmin geneline yayar nitelikte. Başlarda biraz da olsa durağan olan film son yarım saatinde ise adeta izleyeni ekrana kilitliyor. Son yarım saatte günah, suç ve adaleti inanılmaz bir şekilde işlemiş usta yönetmen.

Hayatta şanslı olmak ve karşınıza çıkabilecek bu şansları iyi bir şekilde değerlendirebilmenin ne kadar önemli bir şey olduğunu anlatıyor aslında bize Allen. (Farklı bir yolla olsa da) Filmin başını sonuna bağlayışı ise zaten muazzam. Bazıları için kaybetmek anlamına gelenin başkaları için kazanca dönüşebileceğini bizi adeta ters köşe yapıp anlatıyor Woody Allen. Bu da onun kamerasının ve kaleminin ne kadar sağlam olduğunu kanıtlıyor.
Son olarak Scarlett Johansson:)))



"I believe God made me for a purpose, but he also made me fast. And when I run I feel His pleasure." 

Haftanın ikinci filmi ise uzun zamandır arşivimde izlemek için sakladığım ama uzun süredir ihmal ettiğim bir film. Hazır 2012 Londra Olimpiyatları başlamışken de artık izleyelim dedik.

Chariots of Fire 1981 yapımı 4 dalda Oscar almış, bir lisede başlayıp daha sonrasında 1924 Paris Olimpiyatlarına kadar giden bir hikâyenin öyküsü. Film aslına bakarsanız biraz durağan olmasına rağmen anlatımı ve izlemesi gayet basit. Farklı dinlere ve amaçlara hizmet eden iki İngiliz atletin hikâyesini anlatıyor bize film. Bu iki İngiliz atletin hikâyesinden yola çıkarak da, insanın zaaflarını, ilkelerini, güçlü ve zayıf yanlarını kısacası insanın doğasını en yalın dille ekrana yansıtmış yönetmen.  

Eğer Olimpiyatlara, özellikle atletizme merakınız varsa şiddetle tavsiye edebileceğim bir film. Filmin yarış sahnelerini izledikçe benim aklıma gelen "demek o dönemlerde sadece insanlar yarışıyormuş" cümlesi oldu. Nedenine gelecek olursam filmde de görebileceğiniz gibi o dönemde şimdiki gibi ne sizi uçuran spor ayakkabılar ne terinizi tutan t-shirler var ne de atletler için yapılan özel pistler. Sadece ama sadece yarışan atletler var. O zamandan bu zaman değin ise olimpiyatlarda tek değişmeyen şey ise en çok sporcu ile Amerika'nın katılması olmuş:))

Filmin özellikle açılış ve kapanış sahneleri ise epic diyebileceğimiz herkesin bildiği ünlü besteci Vangelis'in meşhur bestesi ile bezenmiş sahneler.





"There is no peace at the end of this. "

Hazır olimpiyatlara girmişken 2005 yapımı tapınılası yönetmen Spielberg'ün Munich filmini es geçmek olmazdı. İsminden de anlaşılacağı üzere 1972 Munich Olimpiyatları sırasında meydana gelen terörist saldırıyı ve saldırı sonrası İsrail'in intikamını anlatıyor bize.  

Kara Eylül adlı Filistinli terör örgütü 1972 yılındaki Munich Olimpiyatlarında İsrailli sporcuları rehin almıştır. Alman hükümetinin başlattığı rehineleri kurtarma operasyonu ise tam bir faciaya dönüşür ve 11 İsrailli sporcu hayatını kaybeder. Fakat teröristlerden hepsi ölmemiş ve İsrail intikam istemektedir. 

Öncelikle şunu söyleyeyim film hakkında pek de objektif olabileceğimi söyleyemem. Nedenine gelirsek tabi ki Spielberg Spielberg. Benim için en kötü filmi bile iyidir, güzeldir.

Film tabi ki bir Schindler's List gibi başyapıt olmasa da filmin kurgusu öylesine muazzam bir şekilde işlenmiş ki uzun sayılabilecek üç saatlik bir süresi olmasına rağmen başından sonuna kadar ekrana kilitliyor sizi. Hem de hiç sıkılmadan. İki kere sigara arası verdim ama doğruyu söylemek gerekirse:))

Film başlarda izleyenlere taraflı çekilmiş bir film olarak gelse de sonuna doğru aslında ne kadar tarafsız olduğunu gayet net bir biçimde ortaya koyuyor. Terörün terörle bitmeyeceğini tam aksine bunun yeni teröristler doğuracağını anlatmaya çalışmış aslında Spielberg ve bunda da gayet başarılı olmuş diyebiliriz.

Filmin oyuncu kadrosuna gelecek olursak muazzam bir kadro olmasına rağmen bir o kadar da ilginç bir kadro. İlginç dememin sebebi ise şundan dolayı;  İsrail - Filistin sorununu işleyen bir film ama oyunculara bakacak olursak başrollerde Avustralyalı Eric Bana, İngiliz Daniel Creg, Fransız Mathieu Kassovitz ve İrlandalı Ciaran Hinds:)) Avner rolündeki Eric Bana ise muazzam bir oyunculuk sergilemiş. Adama o kadar iyi oynamış ki karakteri her ne kadar terörist öldüren bir Mossad ajanı olsa da sevdiriyor bize. Ayrıca filmde yer yer çok da uzun sahneleri olmasa da Ephraim rolünde Geoffrey Rush'ı hayranlıkla izledim diyebilirim. 

Filmin müzikleri ise utsa isim John Wiiilams'a ait fazla söze gerek yok sanırım. Özellikle filmin başındaki müzik insanı içten bir şekilde etkileyen cinsten.





"You've done a fine job, Son. We'll take it from here. That's when you know you're screwed."

Hep eski filmleri izleyecek değiliz ya:)) son filmimiz 2012 yılı yapımı Safe House. Yönetmen olarak Steven Spielber'e ne kadar hayran isem işin oyunculuk kısmında ise benim için en başta gelen isimlerden biri Denzel Washington dır. Adamın sevmediği, izlerken sıkıldığımı hatırladığım film yok diyebilirim. 

Başta CIA olmak üzere istihbarat birimlerini yozlaşmasını anlatan klasik bir aksiyon-macera filmi. Aslına bakarsanız filmin senaryosu çok da değişik olmamasına rağmen ki filmin ortalarında kendini tamamen belli ediyor ve sonunda bir sürpriz ile de karşılaşmıyorsunuz gerek aksiyon sahneleri olsun gerekse Denzel Washington'ın usta oyunculuğu sayesinde kendini sıkılmadan izletebilen bir film. Ha Denzel Washington'ın en iyi filmlerinden biri diyebilir miyiz?? Kesinlikle hayır. Hatta daha da ileri gidip Ryan Reynolds'ın yanında Denzel Washington değil de başka biri olsaydı film bu kadar izlenebilir olur muydu da diyebiliriz. Açıkçası şiddetle izleyin diyebileceğim bir film değil ama eğer Denzel Washington hayranı iseniz zaten mutlaka izlersiniz. 





 Püzant YÜCECAN




1 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...