Uzun zamandır
The Big Bang Theory'nin kaçırdığım eski bölümlerini izlemekten sinema
yazılarına kısa bir süre ara vermiştik. Aslında itiraf ediyorum asıl sebep TBBT
değil:)) Asıl suçlu bu inanılmaz yaz sıcakları ve bu sıcaklarda yaşadığım uzun
süreli konsantrasyon sorunu:))
Neyse bu hafta
sevgili vantilatörümün yardımı ve paylaşımcılığı sayesinde tekrardan film
izlemeye başlayabildik...Şimdiden iyi seyirler...
"With a little luck, it goes forward, and you win. Or maybe it doesn't, and you lose."
Bu hafta izlediğim
ilk film usta yönetmen Woody Allen'ın yazıp yönettiği 2005 yapımı Match Point.
Woody Allen gene bize sanki o şehrin veya kasabanın gönüllü turizm elçisi
edasıyla filmin hemen başında bir turistik gezi yaptırıyor. Film İngiltere'de
geçtiği için ise bu beni, içimde akan bir yarayı tekrar dürtüklüyor.
İngiltere'nin o eski sokaklarından modern şehir merkezine, bağından bahçesine
kadar güzel bir gezinin ardından benim gene İngiltere'ye gitme aşkım
kabarıyor:)) Neyse biz filmimize dönelim. Film, klasik ve sıradan bir aşk
üçgenini romantizm ve gerilim ile harmanlayıp asıl vermek istediği mesajı
filmin geneline yayar nitelikte. Başlarda biraz da olsa durağan olan film son
yarım saatinde ise adeta izleyeni ekrana kilitliyor. Son yarım saatte günah, suç
ve adaleti inanılmaz bir şekilde işlemiş usta yönetmen.
Hayatta şanslı
olmak ve karşınıza çıkabilecek bu şansları iyi bir şekilde değerlendirebilmenin
ne kadar önemli bir şey olduğunu anlatıyor aslında bize Allen. (Farklı bir
yolla olsa da) Filmin başını sonuna bağlayışı ise zaten muazzam. Bazıları için
kaybetmek anlamına gelenin başkaları için kazanca dönüşebileceğini bizi adeta
ters köşe yapıp anlatıyor Woody Allen. Bu da onun kamerasının ve kaleminin ne
kadar sağlam olduğunu kanıtlıyor.
Son olarak Scarlett Johansson:)))
"I believe God made me for a purpose, but he also made me fast. And when I run I feel His pleasure."
Haftanın ikinci
filmi ise uzun zamandır arşivimde izlemek için sakladığım ama uzun süredir
ihmal ettiğim bir film. Hazır 2012 Londra Olimpiyatları başlamışken de artık
izleyelim dedik.
Chariots of Fire
1981 yapımı 4 dalda Oscar almış, bir lisede başlayıp daha sonrasında 1924 Paris
Olimpiyatlarına kadar giden bir hikâyenin öyküsü. Film aslına bakarsanız biraz
durağan olmasına rağmen anlatımı ve izlemesi
gayet basit. Farklı dinlere ve amaçlara hizmet eden iki İngiliz atletin hikâyesini
anlatıyor bize film. Bu iki İngiliz atletin hikâyesinden yola çıkarak da,
insanın zaaflarını, ilkelerini, güçlü ve zayıf yanlarını kısacası insanın
doğasını en yalın dille ekrana
yansıtmış yönetmen.
Eğer
Olimpiyatlara, özellikle atletizme merakınız varsa şiddetle tavsiye edebileceğim
bir film. Filmin yarış sahnelerini izledikçe benim aklıma gelen "demek o
dönemlerde sadece insanlar yarışıyormuş" cümlesi oldu. Nedenine gelecek
olursam filmde de görebileceğiniz gibi o dönemde şimdiki gibi ne sizi uçuran
spor ayakkabılar ne terinizi tutan t-shirler var ne de atletler için yapılan
özel pistler. Sadece ama sadece yarışan atletler var. O zamandan bu zaman değin
ise olimpiyatlarda tek değişmeyen şey ise en çok sporcu ile Amerika'nın
katılması olmuş:))
Filmin özellikle
açılış ve kapanış sahneleri ise epic diyebileceğimiz herkesin bildiği ünlü
besteci Vangelis'in meşhur bestesi ile bezenmiş sahneler.
"There is no peace at the end of this. "
Hazır
olimpiyatlara girmişken 2005 yapımı tapınılası yönetmen Spielberg'ün Munich
filmini es geçmek olmazdı. İsminden de anlaşılacağı üzere 1972 Munich
Olimpiyatları sırasında meydana gelen terörist saldırıyı ve saldırı sonrası
İsrail'in intikamını anlatıyor bize.
Kara Eylül adlı
Filistinli terör örgütü 1972 yılındaki Munich Olimpiyatlarında İsrailli
sporcuları rehin almıştır. Alman hükümetinin başlattığı rehineleri kurtarma
operasyonu ise tam bir faciaya dönüşür ve 11 İsrailli sporcu hayatını kaybeder.
Fakat teröristlerden hepsi ölmemiş ve İsrail intikam istemektedir.
Öncelikle şunu
söyleyeyim film hakkında pek de objektif olabileceğimi söyleyemem. Nedenine
gelirsek tabi ki Spielberg Spielberg. Benim için en kötü filmi bile iyidir,
güzeldir.
Film tabi ki bir
Schindler's List gibi başyapıt olmasa da filmin kurgusu öylesine muazzam bir
şekilde işlenmiş ki uzun sayılabilecek üç saatlik bir süresi olmasına rağmen
başından sonuna kadar ekrana kilitliyor sizi. Hem de hiç sıkılmadan. İki kere
sigara arası verdim ama doğruyu söylemek gerekirse:))
Film başlarda
izleyenlere taraflı çekilmiş bir film olarak gelse de sonuna doğru aslında ne
kadar tarafsız olduğunu gayet net bir biçimde ortaya koyuyor. Terörün terörle
bitmeyeceğini tam aksine bunun yeni teröristler doğuracağını anlatmaya çalışmış
aslında Spielberg ve bunda da gayet başarılı olmuş diyebiliriz.
Filmin oyuncu
kadrosuna gelecek olursak muazzam bir kadro olmasına rağmen bir o kadar da
ilginç bir kadro. İlginç dememin sebebi ise şundan dolayı; İsrail -
Filistin sorununu işleyen bir film ama oyunculara bakacak olursak başrollerde Avustralyalı
Eric Bana, İngiliz Daniel Creg, Fransız Mathieu Kassovitz ve İrlandalı Ciaran
Hinds:)) Avner rolündeki Eric Bana ise muazzam bir oyunculuk sergilemiş. Adama
o kadar iyi oynamış ki karakteri her ne kadar terörist öldüren bir Mossad ajanı
olsa da sevdiriyor bize. Ayrıca filmde yer yer çok da uzun sahneleri
olmasa da Ephraim rolünde Geoffrey Rush'ı hayranlıkla izledim
diyebilirim.
Filmin müzikleri
ise utsa isim John Wiiilams'a ait fazla söze gerek yok sanırım. Özellikle
filmin başındaki müzik insanı içten bir şekilde etkileyen cinsten.
"You've done a fine job, Son. We'll take it from here. That's when you know you're screwed."
Hep eski filmleri
izleyecek değiliz ya:)) son filmimiz 2012 yılı yapımı Safe House. Yönetmen
olarak Steven Spielber'e ne kadar hayran isem işin oyunculuk kısmında ise benim
için en başta gelen isimlerden biri Denzel Washington dır. Adamın sevmediği,
izlerken sıkıldığımı hatırladığım film yok diyebilirim.
Başta CIA olmak
üzere istihbarat birimlerini yozlaşmasını anlatan klasik bir aksiyon-macera
filmi. Aslına bakarsanız filmin senaryosu çok da değişik olmamasına rağmen
ki filmin ortalarında kendini tamamen belli ediyor ve sonunda bir sürpriz ile
de karşılaşmıyorsunuz gerek aksiyon sahneleri olsun gerekse Denzel
Washington'ın usta oyunculuğu sayesinde kendini sıkılmadan izletebilen bir
film. Ha Denzel Washington'ın en iyi filmlerinden biri diyebilir miyiz??
Kesinlikle hayır. Hatta daha da ileri gidip Ryan Reynolds'ın yanında Denzel Washington
değil de başka biri olsaydı film bu kadar izlenebilir olur muydu da
diyebiliriz. Açıkçası şiddetle izleyin diyebileceğim bir film değil ama eğer
Denzel Washington hayranı iseniz zaten mutlaka izlersiniz.
Püzant YÜCECAN
Munih benim de aklımda bayadır
YanıtlaSil