Aslında Pazar günü yazmam
gereken bu yazıyı biraz hastalık çok iş güçten dolayı ancak bugüne
yazabiliyorum. Umarım keyif alırsınız. İyi seyirler şimdiden.
War Horse
"We'll be alright Joey. We're the lucky ones, you and me. Lucky since the day I met you..."
Bu haftaki ilk
filmimiz uzun zamandır izlemek istediğim fakat bir türlü vakit bulamadığım War
Horse. Beni bilen ne kadar manyak bir Spielberg hayranı olduğumu gayet iyi
bilir. Kendilerinin zaten bu hafta iki filmini izledim ve ikisi de açıkçası çok
ama çok hoşuma gitti. Yukarda da dediğim gibi bunlardan ilki War Horse.
Filmimizin başrol oyuncusu isminden de anlaşılacağı üzere Joey adında bir at.
Her ne kadar oyuncu kadrosunda ismi geçmemesine rağmen:)) Albert (Jeremy
Irvine) isimli genç bir çiftçi tarafından yetiştirilip evcileştirildikten sonra
Albert'in tüm itirazlarına rağmen Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz Ordusu'na
satılan Joey'nin maceralarını anlatıyor bize bu sefer Spielberg. Genelde
çektiği savaş filmlerinde savaşın kan ve şiddet yönünü işleyen Spielberg bu
sefer bize bunun tam aksini gösteriyor. Açıkçası Spielberg'ün
çektiği Saving Private Ryan veya Schindler's List tarzı bir savaş filmi
beklentisi içine girerseniz çok büyük bir hayal kırkırlığı yaşarsınız. Bir
savaş filmi olmasına rağmen savaşın o kanlı yanını pek ekranlara taşımamış bu
sefer Spielberg. Arka planda savaşın olduğu bir dostluk filmi diyebiliriz
War Horse için. Joey'nin savaş sırasında geçen bu macerasında birçok ayrı hikâyeye
tanıklık ediyoruz. Dönemi çok değişik açılardan anlatan, içinde ayrı ayrı hikâyelerin
olduğu tek bir film. Film sizi özellikle son sahnelerinde öyle bir içine alıyor
ki Albert'in Joey'e karşı olan sevgisini size de geçiyor adeta. Hele sonlara
doğru öyle bir sahnesi var ki kendi kendinize "Hadi Alber hadi"
diyorsunuz. En azından ben dedim ne yalan söyliyim:)) Filmin sonu ise yüzünüzde
hafif bir tebessüm ve gözyaşı. Ayrıca filmin gerek kamera açıları olsun gerekse
ses ve görüntü efektleri çok çok iyiydi. Müzikleri ise ayrı bir etkileyici.
İzlemeniz şiddetle tavsiye edebileceğim bir film olmuş.
Teşekkürler Spielberg.
The Descendants
"Goodbye,
Elizabeth. Goodbye, my love, my friend, my pain, my joy. Goodbye. Goodbye.
Goodbye..."
Bu hafta izlediğim
diğer bir film ise genelde her filmini severek izlediğim bir aktör olan George
Clooney'nin başrolünde olduğu The Descendants. Yanlış hatırlıyor veya izlememiş
olabilirim ama uzun süre sonra kendisini böyle bir drama ağırlıklı filmde
görmek gayet hoş oldu. En son bu tarz izlediğim filmi Up In The Air idi yanlış
hatırlamıyorsam. Eşinin geçirdiği ağır bot kazasının ardından iki kızı ile baş
başa kalan Matt King'in (George Clooney) kızları ile olan ilişkisini düzeltmeye
çalışırken bir yandan da ölüm döşeğinde olan eşine veda eden bir kocanın hikâyesi.
Konu çok ağır bir drama gibi gözükse de yeri geldiğinde kullanılan komedi unsuru
ve yönetmenin aşırı duygusallıktan kaçınarak olayları daha gerçekçi şekilde
izleyiciye anlatması gayet hoş olmuş. İnsanların zorlu hayat mücadelesi içinde
neleri kaçırdıklarını daha sonradan bunları düzeltme fırsatları olup
olamayacağını bize anlatmaya çalışıyor The Descendants. Filmin Hawaii'de
geçmesinden dolayı yer yer "Ulan buralarda yaşamak vardı"
diyebilirsiniz. Büyük şehirlerin stresli ortamlarından en azından bir
süreliğine de olsa sizi uzaklaştırıp çok uzaklara götürebiliyor film. Ayrıca
bölgeye özgü müziklerinde film içinde kullanılması cabası. Dediğim gibi kederli
bir film ama öyle salya sümük izlettirmiyor size yönetmen filmi. Filmdeki en
önemli komedi unsuru olan Sid (Nick Krause) karakterine başlarda sinir
oluyorsunuz haliyle ama ilerleye sahnelerde "aferin evlat" da
dediğiniz oluyor. Aile bağlarının ne kadar önemli olduğunu bize çok da
abartmadan anlatan güzel bir film.
"I don't want to be a product
of my environment. I want my environment to be a product of me..."
Üçüncü filmimiz
ise Spielberg'den sonra en sevdiğim mi yoksa ikisi de benim için aynı
kefede mi anlamadığım diğer bir hayran olduğum yönetmen Martin Scorsese imzalı
2006 yapımı The Departed. Zamanında izlemediğim (ki neden izlemediğimi
hala anlamış değilim) The Departed klasik bir mafya - polis hikâyesini çok
farklı bir açıdan anlatan sağlam bir film. Oyuncu performansları için pek fazla
söze gerek yok zaten. Gerek senelerin yıllanmış şarabı Jack Nicholson olsun
gerekse yeni kuşağın jönlerinden DiCaprio ve Matt Damon olsun muazzam bir
oyunculuk performansı sergilemişler filmde. Özellikle Matt Damon'ın Colin
Sullivan karakterini öylesine iyi canlandırmış ki filmi izlerken karakterden nefret
edip iğreneceksiniz büyük bir olasılıkla. Aynı şekilde DiCaprio da Billy
karakterini çok iyi bir şekilde canlandırmış. Billy'nin film içindeki
yalnızlığını, iki arada bir derede kalmasını ve psikolojik savaşını gayet net
bir şekilde izleyiciye aktarıyor. Jack Nicholson için ise bir şey demek ne
haddimize:) Filmin sonu ise benim için tam bir dumur etkisi yaratırken bazıları
için ise çok havada kalmış bir son olarak da nitelendirilebilir ama genel
olarak çok ama çok sağlam bir film. Akademinin senelerce "En İyi
Yönetmen" dalında görmezden geldiği Martin Scorsese'ye bu filmle
verdiği ödül ile yaptıkları ayıbı bir nebze de olsa kapamış oldular. Şiddetle
izlenmesi tavsiye edilen arşivinize koyacağınız bir başyapıt diyebilirim.
The Adventures of Tintin
"I Curse You! I Curse Your
Name! We Will Meet Again! In Another Time, In Another Life!"
Gelelim bu haftaki
son filmimize. Gene bir Spielberg filmi ama bu sefer Spielberg'ün
yanında yapımcı olarak Peter Jackson ve yazar kadrosunda ise bir başka hayran
olduğum isim Steven Moffat'ın olduğu animasyon bir yapım olan The Adventures of
Tintin var. Çocukluğumuzun hem çizgi romanlarından takip ettiğimiz hem de
çizgi filmlerini izlediğimiz Tin Tin bu sefer Spielberg'ün elinde beyazperde de
karşımıza çıkıyor. Hemen şunu söyleyebilirim ki filmi hiçbir şekilde bir
animasyon olarak izlemiyorsunuz. Film başından sonuna kadar size animasyon
havasını hissettirmiyor. Normal bir film gibi izliyorsunuz. Çocuklardan daha
çok yetişkinlere yönelik çekilmiş bir animasyon diyebilirim. Açıkçası ufak
yaşta bir çocuğun kafasını biraz da olsa karıştırabilir. Filmde macera ve
aksiyonun dozu gayet iyi ayarlanmış. Seyir zevki oldukça yüksek sahnelerin
olduğu filmde özellikle Fas'taki motosikletli kovalamaca sahnesi ise müthiş.
Yukarda da dediğim gibi film daha çok yetişkinlere ve gençlere yönelik. Seyir
zevkinizi filmin son sahnesine kadar koruyorsunuz ve finalde de devamının
çekileceğini anlıyorsunuz. Şunu da söyleyebilirim ki filmde çizgi romana
çok iyi bir şekilde sadık kalınmış. Gerek kostümler olsun gerekse dekorlar çok
ince bir şekilde detayına inilerek işlenmiş filmde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder