Normalde Pazar günleri yazmam gereken bu yazıyı biraz vakit
darlığı, az üşengeçlik ve çok iş güçten dolayı ancak bugün yazabiliyorum.
Demin saydığım sebeplerden dolayı ayrıca bu hafta sadece üç film yazabileceğim.
Umarım beğenirsiniz.
J. Edgar
"Imagine if every citizen in this
country were uniquely identifiable by the pattern on their fingers, imagine how
quickly we could find them, if they committed a crime."
Öncelikle en son ve açıkçası aralarından en çok beğendiğim film ile başlayalım. "J.Edgar" Clint Eastwood'un kamerası DiCaprio'nun oyunculuğu ile birleşince ortaya iyi bir film çıkmış. Hayatını mesleğine, büroya ve ulusuna adamış bir karakter J. Edgar. Yöntemleri her ne kadar tartışılır olsa da bu gerçeği yatsıyamayız. Eğer Amerikalı olsaydım ve FBI'la gurur duyan bir vatandaş olsaydım herhalde J.Edgar'ın yeri bende ayrı olurdu:) Yaklaşık 48 yıl boyunca Federal Büro'nun başkanlığını yapmış olan J.Edgar (ölene kadar) ayrıca bugünkü FBI'ında temellerini atmış olan isim. 20. yüzyılın en güçlü isimlerinden biri olan Edgar elindeki bu büyük güce rağmen korkuları ve zaafları olan bir isim. Ki filmde bunu annesi Anna Marie Hoover (Judi Dench) ile olan sahnelerinde görmek mümkün. O güçlü adam bir anda annesinin yanında 10 yaşındaki bir çocuğa dönüyor. Ayrıca en yakın arkadaşı (arkadaş demek ne kadar doğru tabi) Clyde Tolson (Armie Hammer) ile olan sahnelerinde ise onun gizli kalmış yanlarını görmek mümkün. Tabi DiCaprio'nun sağlam oyunculuğu ile bunları daha iyi görüyoruz. DiCaprio oyunculuğunun çıtasını her geçen gün üstüne koyarak yükseltiyor. Açıkçası filmi beğenmemin en büyük sebebi de zaten Dicaprio idi. Nerede Titanic'de izlediğimiz velet nerede bu filmdeki DiCaprio.
Ayrıca filmdeki kıyafetler, mekânlar çok iyi seçilmiş olsa da en iyi işi makyaj ekibi çıkarmış diyebiliriz. Karakterlerin yaşlılık halleri çok güzel olmuş ve hiçbir şekilde makyaj sırıtmıyor. Sadece Clyde Tolson karakterinin yaşlılık hali olmamış açıkçası çok belli oluyor.
8 Amerikan başkanı deviren, 48 yıl boyunca Federal Büro başkanlığında kalmayı becerebile J. Edgar'ın nasıl bu görevde bu kadar uzun süre kalabildiğini, politik oyunları, komünistler ve Amerikan gangsterleriyle olan savaşını görmek istiyorsanız kaçırmayın derim. Film biraz ağır tempoda ilerliyor olsa da hiç sıkılmıyorsunuz.
The Tree of Life
"The only way to be happy is to love. Unless you love, your
life will flash by."
Açıkçası filmi izlemek ile izlememek arasında çok kaldım. Benim izlediğim tarzda bir olmamasından dolayı başlarda çekincem olsa da filmin sonunda "iyi ki izlemişim" dediğim bir film oldu "The Tree of Life". Filmin ilk 45 dakikası geçtiğinde ya o günün yorgunluğundan dolayı benden ya da filmin ağır temposundan dolayı gözlerim devamlı kapanıp durdu. İlk 45 dakikadan sonra filme ara verip geri kalan kısmını ise ancak ertesi gün izleyebildim. Film de zaten en azından film moduna ilk 45 dakikadan sonra geçiyor. İlk 45 dakikada ise belgesel kıvamında sanki Natioanl Geographicten sağlam bir belgesel izliyormuşsunuz havasına kapılıyorsunuz ki bu sahnelerdeki görsellik ve müzikler için de harika diyebilirim ama insanı biraz da olsa filmden koparıyor.(Kendim için konuşuyorum) Filmin 45. dakikasından sonra ise baba (Brad Pitt), anne (Jessica Chastain - çok güzel kadın yaaa:))) ve üç çocuktan oluşan sıradan, orta sınıf diyebileceğimiz bir Amerikan ailesinin yaşamını izlemeye başlıyorsunuz. Yönetmen bu sahnelerde ise aile üzerinden yaşamı, ölümü ve varoluşu çok iyi bir şekilde anlatıyor ki bunu yaparken inanç ve inançsızlık eşiğinde çok güzel geziniyor. Filmde diyaloglar ise çok az. Yanlış hatırlamıyorsam Sean Penn filmde hiç konuşmuyor ama baba "ben konuşmadan da oynarım" diyor. Dediğim gibi filmde görsel ve müzik "olay budur" dedirttirecek nitelikte olmasına rağmen konu biraz ağır ve herkesin (ben de dâhil) aynı entelektüel seviyede olmadığını düşünüyorum. Film izlemenizi tavsiye ederim ama yukarda da dediğim gibi başlarda sizi çok kasabilir hatta kasacak;) ama sonuna kadar izleyin mutlaka.
Not: Filmde Jack rolündeki Hunter McCracken ise gelecek vaat eden çocuk oyuncular arasında. Böylesine zor bir rolün altından gayet iyi kalkmış diyebilirim.
DipNot: Brad Pitt "The Curious Case of Benjamin Button" ile gerçekten gençliğin formülünü mü keşfetmiş ne:)) Bu adam hiç yaşlanmaz mı:))
The Three Musketeers
"There were four of us, against forty of them".
Gelelim son filmimiz. The Three Musketeers. Alexandre Dumas'ın ünlü eseri Üç Silahşörler'in neredeyse tüm sinema uyarlamalarını izledim diyebilirim.(Çizgi filmleri de dâhil:))) Eğer özellikle Charlie Sheen, Kiefer Sutherland, Chris O'Donnell, Oliver Platt ve Tim Curry'nin oynadığı 93 yapımı "The Three Musketeers"ı veya DiCaprio, Jeremy Irons, John Malkovich, Gérard Depardieu ve Gabriel Byrne'lı "The Man in the Iron Mask"i izlememiş olsaydım çok iyi bir film diyebilirdim bu en son uyarlama için. Film çok mu kötü?? Kesinlikle hayır, tamamen izlenebilir. Boş vaktinizde izleyebileceğiniz keyifli bir film olmuş. Filmin başında Üç Silahşorlar seyirciye tanıtılırken ben biraz Üç Silahşörler'i Marvel'in çizgi romanlarından fırlamış süper kahramanlar gibi gördüm. Kadrosunda Milla Jovovich (Milady de Winter), Luke Evans (Aramis) ve Orlando Bloom (Duke of Buckingham) gibi isimler bulunsa da eski örneklerine kıyasla daha zayıf kalmış film. Özellikle 93 yapımında izlediğim bir kardinal (Tim Curry) vardı ki buradaki kardinal ile karşılaştırmam bile kendilerine haksızlık hatta terbiyesizlik olur. Filmde çok ağır bir şekilde "Karayip Korsanları" havası var ki aksiyon sahnelerindeki müziği duyduğunuzda bunu rahatlıkla fark edeceksiniz. Özellikle Orlando Bloom'un olduğu sahnelerde gözler Johnny Depp'i arıyor:) Milla Jovovich'e ise söz yok. Canım benim ne güzel de oynamış diyerek kendisine torpil yapacağımız, görsel olarak filmi izleyen erkek seyircileri kendine hayran bırakan isim:)) Filmin sonu ise bize bu filmin ikincisinin de geleceğini anlatır nitelikte. Umarım ilk filmden daha iyi olur ne diyelim. Biraz komedi bol bol aksiyon izlenmeye değer bir film ama izlemezseniz de çok fazla bir şey kaçırdığınızı söyleyemem.
Püzant YÜCECAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder