10 Nisan 2012 Salı

Bu Hafta Neler İzledim#5



Yaklaşık iki haftadır es geçtik bu yazılarımızı. Son zamanlarda bayağı bir üşengeç olduk açıkçası:)) Bu hafta da izlediğim birbirinden güzel filmlerle yine buradayız. Umarım keyif alarak izleyeceğiniz filmler seçmişimdir. Bu hafta izlediğim filmler özellikle benim gibi basketbol ve sporun her dalına meraklı olan insanlara daha çok hitap ediyor. Şimdiden iyi seyirler...


Invictus
"The Rainbow Nation starts here. Reconciliation starts here"

Bu haftaki ilk filmimiz 2009 yapımız başrollerini Morgan Freeman ve Matt Damon'ın paylaştığı Invictus. Yönetmen koltuğunda ise Clint Eastwood. Mükemmel oyunculuğundan sonra mükemmel bir yönetmen kendileri. 80 yaşına gelmiş olmasına rağmen hala bu kadar iyi filmler çekmesinin tek nedeni olabilir o da "Sinemaya olan Aşkıdır" diye düşünüyorum. Nelson Mandela'nın 30 küsur senedir hapiste tutulmasının ardından Cumhurbaşkanı oluşu ve ülkedeki siyah - beyaz çatışmasını bitirmek, tek bir ulus devlet yaratmak için Güney Afrika futbol takımı kaptanı ile yaptığı işbirliğini anlatıyor filmimiz. Belki filmimizin hikâyesinde öyle ahım şahım bir derinlik yok ama anlatım yönü kusursuz. Bu da Clint Eastwood üstadın bir başarısı tabi ki. Eastwood her ne kadar bize uzak duran bir spor dalı olan Rugby'i filminin merkezine oturtmuş olsa da inanın belli bir süre sonra bunun hiçbir önemi kalmıyor. Filmin son yarım saati her ne kadar rugby maçlarıyla geçiyor olsa da özellikle son final maçında kendinizi Güney Afrika futbol takımını destekler şekilde buluyorsunuz:) Sahada yaşananların sadece bir spor müsabakası olmadığını, bir ulusun bütünleşmesinin temel taşlarından biri olduğunu da görüyoruz. Maçlar esnasındaki kan, ter, mücadele ve inanç bunları gayet iyi bir şekilde hissedebiliyoruz. 
Açıkçası Mandela'nın hayatını ekranlardan izlediğim ve gazetelerden okuduğum kadarıyla biliyorum ama bu filmden sonra daha çok okumam öğrenmem gerektiğini de daha iyi anladım. Herhalde filmin yönetmeni ben de olsaydım Nelson Mandela rolünü Morgan Freeman'dan başkasına vermezdim. Filmde usta aktör yine döktürüyor. Onla oynamak herhalde zor olsa gerek çünkü Matt Damon ne kadar iyi oyuncu olsa da Morgan Freeman'ın yanında filmde biraz sönük kalmış durumda. Müzikleri de oldukça etkili filmin. Özellikle son sahnelere doğru gözyaşlarınıza hakim olamıyorsunuz filmde. Filmin en çok sevdiğim sahnelerinden biri ise Francois Pienaar'ın  (Matt Damon) finaller esnasında takım arkadaşlarıyla beraber Mandela’nın 30 sene kaldığı hapishaneyi ziyareti ve orada Francois Pienaar'ın kendini Mandela ile bütünleştirmesi izlemeye değer çok iyi çekilmiş bir sahneydi. 




Green Street Hooligans
"You don't run, not when you're with us... You stand your ground and fight!"

Invitcus'u izledikten sonra hemen bilgisayar başına oturup google amcaya danıştım "en iyi spor filmleri hangileri" diye o da bana birçok seçenek sundu ki bunları neredeyse tümünde ismi geçen bir film vardı Green Street Hooligans. Başrollerinde Elijah Wood'un olduğu 2005 yapımı İngiliz takımlarının kendi aralarında "Firm" dedikleri bizim bildiğimiz dilde ise Holigan tabir ettiğimiz taraftar gruplarının yaşam biçimini anlatan bir film. Açıkçası uzun süre sonra izlediğim en sert filmlerden biriydi diyebilirim. İnsanı adeta duvara yapıştıran bir hikâyesi var. Erkek sporu denilen futbolun üstüne üstlük holiganlık kısmını anlatan bir filmin bir kadın yönetmen tarafından çekilmiş olması ise ayrıca ilginç bir detay. Filmdeki oyunculuklara kısa kısa değinecek olursak Elijah Wood'un gayet iyi olmasına rağmen beni en çok etkileyen ise Pete Dunham karakterini canlandıran Charlie Hunnam ile Bovver karakterini canlandıran Leo Gregory oldu. Hele ki Bovver karakterinin o sıkıntılı, kendini beğenmiş ve kendi dünyasında yaşadığı iç çatışmayı bize gayet net bir şekilde hissettiriyor Leo Gregoy. 
Futbol aşkını dibine kadar anlatan bir film olan Green Street Hooligans futbolu seven, futbola taparcasına hayran olan insanların özellikle takım taraftarlarının mutlaka izlemesi gereken bir film. Filmdeki kavga sahneleri, birbirlerine karşı olan öfkeleri ve nefretleri o kadar gerçekçi ki filmi izledikten sonra benden küçük bir tavsiye ertesi gün dışarı çıkmayın:) Çünkü film içinizdeki kavga etme dürtüsünü açığa çıkarıyor:)) Filmde dikkatimi çeken bir konu ise tam bilgim olmamasına rağmen holigan dediğimiz kitlenin genelde kendi aralarında bize göre daha sert bir şekilde kavga etmesi ama aynı zamanda çevreye hiçbir rahatsızlık vermemeleri oldu. Genelde filmde gördüğüm kadarıyla kavgaların hep ara sokaklarda veya terk edilmiş alanlarda yapılmış olduğuydu. Film için diyebileceğim son söz "İzlemeden Ölmeyin":))




Remember The Titans
"This is no democracy. It is a dictatorship. I am the law."

Yine bir siyah - beyaz çatışması ve yine spor. Bu sefer mekânımız Amerika 1970'ler ufak bir kasaba. Sporumuz ise Amerikan Futbolu. Çok sevdiğim bir abimin devamlı bahsettiği, "mutlaka izlemelisin, hatta sen bu zamana kadar bu filmi nasıl izlememişsin hayret" dediği bir film Remember The Titans. 2000 yılı yapımı, başrollerinde Denzel Washington ve Wood Harris'in olduğu Invictus gibi sporun birleştirici tarafının anlatıldığı gerçek bir yaşam öyküsü. Oyunculuk hakkında fazla bir şey demeye gerek yok. Benim için bir filmde Denzel Washington varsa olay tamamdır. Usta oyuncu yine döktürmüş filmde. Aslında filmin Invictus'tan çok da farkı yok diyebilirim. Irkçılığın ne kadar iğrenç bir şey olduğunu kalbimizin derinliklerine kadar işletirken bunun tam aksine dostluğun, arkadaşlığın ve sıkı bağların insanın yaşamında ne kadar büyük bir önemi olduğunu bize gayet iyi bir şekilde anlatıyor film. İlk başlarda birbirlerine alışmayan iki grup, üstüne üstlük birçok sorun çıkarsalar da daha sonra hepsi birden birbirine kenetlenip bir takım olmaları ve bu şekilde mücadele edip maçları kazanmaları etkileyici sahneler çıkarıyor izleyenlere. Gerçek dostlukların zor kurulduğunu ama ardından bir ömür boyu devam ettiğini anlatan güzel bir film. Onlar kaybedemezdi çünkü onlar Titanlardı ve onlar kazandıkça ırkçılık kaybetti. 
Ben yine bir spor aşığı olarak bu sefer de sanki 40 senedir Amerikan futbolu izliyormuşçasına oyunun içine girdim bir Titan taraftarı oldum:)) Filmin çoğu yerinde ise gene ağladım. Ya yaşlandım ya da çok duygusal bir herif oldum ben:)) Ayrıca hüzünlendiğiniz sahnelerde yapılan espriler ise keyfinizi yerine getirir cinsten. Kısacası hüzün ve sevinci aynı anda yaşatıyor size. Uzun lafın kısası mutlaka izlenmesi gereken bir film. Ayrıca Heroes ile tanıyıp sevdiğimiz Hayden Panettiere ide filmde koç Bill Yoast'un küçük kızı Sherly Yoast rolünde görmek mümkün:)) Unutmadan "Ain't No Mountain High Enough" mutlaka dinleyin. Filmden çok önce bildiğim bu şarkıyı film içinde dinlemek ayrı bir keyif verdi bana.




He Got Game
"The Father, the Son, and the Holy Game"

Gelelim son filmimize. Beni bile bilir favori spor dalımın basketbol olduğunu. Eee konu spor ve sinema ise bir basketbol filmi izlemeden de olmaz. Yukarda da dedim benim için bir filmde Denzel Washington varsa olay bitmiştir diye. He Got Game 1998 yapımı başrollerini Denzel Washington ve Boston Celtics takımının bugünkü dedesi Ray Allen'ın paylaştığı Spike Lee imzalı bir basketbol filmi. Tabi ki burada bizim için önemli olan başrol Ray Allen. Onu parkelerden ayrı bir yerde beyazperdede görmek gayet hoştu. Oyunculuğu da pek fena sayılmaz aslında. Zaten film de Ray Allen'ın üçlüğü ile başlıyor:)) Amerika'da basketbol oynuyorsan ve üniversite seçimi yapacaksan bunun nasıl zorlu bir süreç olduğunu anlatan bir film. Tabi bunu bir babanın oğlu ile olan sorunlu ilişkisi çerçevesinde aktarıyor bize yönetmen. Filmde tek anlamadığım şey ise Milla Jovovich oldu. Açıkcası filmdeki rolünü pek anlamış değilim. Sanki biraz filmi uzatmak için kullanılmış üstüne üstlük bu güzelim kadını böyle çirkinleştirmek hiç olmamış. Filmin sonunu ise yönetmen sanki biraz bize bırakmış gibi. İzlerseniz ne demek istediğimi gayet iyi anlayacaksınız. Dramatik kurgusu çok sağlam olan He Got Game'i özellikle tüm basketbol severlere şiddetle tavsiye ederim. 






Püzant YÜCECAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...