Yaklaşık iki
haftadır es geçtik bu yazılarımızı. Son zamanlarda bayağı bir üşengeç olduk
açıkçası:)) Bu hafta da izlediğim birbirinden güzel filmlerle yine buradayız.
Umarım keyif alarak izleyeceğiniz filmler seçmişimdir. Bu hafta izlediğim
filmler özellikle benim gibi basketbol ve sporun her dalına meraklı olan
insanlara daha çok hitap ediyor. Şimdiden iyi seyirler...
Invictus
"The Rainbow
Nation starts here. Reconciliation starts here"
Bu
haftaki ilk filmimiz 2009 yapımız başrollerini Morgan Freeman ve Matt Damon'ın
paylaştığı Invictus. Yönetmen koltuğunda ise Clint Eastwood. Mükemmel
oyunculuğundan sonra mükemmel bir yönetmen kendileri. 80 yaşına gelmiş olmasına
rağmen hala bu kadar iyi filmler çekmesinin tek nedeni olabilir o da
"Sinemaya olan Aşkıdır" diye düşünüyorum. Nelson Mandela'nın 30
küsur senedir hapiste tutulmasının ardından Cumhurbaşkanı oluşu ve ülkedeki
siyah - beyaz çatışmasını bitirmek, tek bir ulus devlet yaratmak için Güney
Afrika futbol takımı kaptanı ile yaptığı işbirliğini anlatıyor filmimiz. Belki
filmimizin hikâyesinde öyle ahım şahım bir derinlik yok ama anlatım yönü
kusursuz. Bu da Clint Eastwood üstadın bir başarısı tabi ki. Eastwood her
ne kadar bize uzak duran bir spor dalı olan Rugby'i filminin merkezine oturtmuş
olsa da inanın belli bir süre sonra bunun hiçbir önemi kalmıyor. Filmin son
yarım saati her ne kadar rugby maçlarıyla geçiyor olsa da özellikle son final
maçında kendinizi Güney Afrika futbol takımını destekler şekilde buluyorsunuz:)
Sahada yaşananların sadece bir spor müsabakası olmadığını, bir ulusun
bütünleşmesinin temel taşlarından biri olduğunu da görüyoruz. Maçlar
esnasındaki kan, ter, mücadele ve inanç bunları gayet iyi bir şekilde
hissedebiliyoruz.
Açıkçası
Mandela'nın hayatını ekranlardan izlediğim ve gazetelerden okuduğum kadarıyla
biliyorum ama bu filmden sonra daha çok okumam öğrenmem gerektiğini de daha iyi
anladım. Herhalde filmin yönetmeni ben de olsaydım Nelson Mandela rolünü
Morgan Freeman'dan başkasına vermezdim. Filmde usta aktör yine döktürüyor. Onla
oynamak herhalde zor olsa gerek çünkü Matt Damon ne kadar iyi oyuncu olsa da
Morgan Freeman'ın yanında filmde biraz sönük kalmış durumda. Müzikleri de
oldukça etkili filmin. Özellikle son sahnelere doğru gözyaşlarınıza hakim
olamıyorsunuz filmde. Filmin en çok sevdiğim sahnelerinden biri ise Francois
Pienaar'ın (Matt Damon) finaller esnasında takım arkadaşlarıyla beraber Mandela’nın
30 sene kaldığı hapishaneyi ziyareti ve orada Francois Pienaar'ın kendini Mandela
ile bütünleştirmesi izlemeye değer çok iyi çekilmiş bir sahneydi.
Green Street Hooligans
"You don't
run, not when you're with us... You stand your ground and fight!"
Invitcus'u
izledikten sonra hemen bilgisayar başına oturup google amcaya danıştım "en
iyi spor filmleri hangileri" diye o da bana birçok seçenek sundu ki
bunları neredeyse tümünde ismi geçen bir film vardı Green Street Hooligans.
Başrollerinde Elijah Wood'un olduğu 2005 yapımı İngiliz takımlarının kendi
aralarında "Firm" dedikleri bizim bildiğimiz dilde ise Holigan tabir
ettiğimiz taraftar gruplarının yaşam biçimini anlatan bir film. Açıkçası uzun
süre sonra izlediğim en sert filmlerden biriydi diyebilirim. İnsanı adeta
duvara yapıştıran bir hikâyesi var. Erkek sporu denilen futbolun üstüne üstlük
holiganlık kısmını anlatan bir filmin bir kadın yönetmen tarafından çekilmiş
olması ise ayrıca ilginç bir detay. Filmdeki oyunculuklara kısa kısa değinecek
olursak Elijah Wood'un gayet iyi olmasına rağmen beni en çok etkileyen ise Pete
Dunham karakterini canlandıran Charlie Hunnam ile Bovver karakterini canlandıran
Leo Gregory oldu. Hele ki Bovver karakterinin o sıkıntılı, kendini beğenmiş ve
kendi dünyasında yaşadığı iç çatışmayı bize gayet net bir şekilde hissettiriyor
Leo Gregoy.
Futbol
aşkını dibine kadar anlatan bir film olan Green Street Hooligans futbolu seven,
futbola taparcasına hayran olan insanların özellikle takım taraftarlarının
mutlaka izlemesi gereken bir film. Filmdeki kavga sahneleri, birbirlerine karşı
olan öfkeleri ve nefretleri o kadar gerçekçi ki filmi izledikten sonra benden
küçük bir tavsiye ertesi gün dışarı çıkmayın:) Çünkü film içinizdeki kavga etme
dürtüsünü açığa çıkarıyor:)) Filmde dikkatimi çeken bir konu ise tam bilgim
olmamasına rağmen holigan dediğimiz kitlenin genelde kendi aralarında bize göre
daha sert bir şekilde kavga etmesi ama aynı zamanda çevreye hiçbir rahatsızlık
vermemeleri oldu. Genelde filmde gördüğüm kadarıyla kavgaların hep ara
sokaklarda veya terk edilmiş alanlarda yapılmış olduğuydu. Film için
diyebileceğim son söz "İzlemeden Ölmeyin":))
Remember The Titans
"This is no
democracy. It is a dictatorship. I am the law."
Yine
bir siyah - beyaz çatışması ve yine spor. Bu sefer mekânımız Amerika 1970'ler
ufak bir kasaba. Sporumuz ise Amerikan Futbolu. Çok sevdiğim bir abimin devamlı
bahsettiği, "mutlaka izlemelisin, hatta sen bu zamana kadar bu filmi nasıl
izlememişsin hayret" dediği bir film Remember The Titans. 2000 yılı
yapımı, başrollerinde Denzel Washington ve Wood Harris'in olduğu Invictus gibi
sporun birleştirici tarafının anlatıldığı gerçek bir yaşam öyküsü. Oyunculuk
hakkında fazla bir şey demeye gerek yok. Benim için bir filmde Denzel
Washington varsa olay tamamdır. Usta oyuncu yine döktürmüş filmde. Aslında
filmin Invictus'tan çok da farkı yok diyebilirim. Irkçılığın ne kadar iğrenç bir
şey olduğunu kalbimizin derinliklerine kadar işletirken bunun tam aksine
dostluğun, arkadaşlığın ve sıkı bağların insanın yaşamında ne kadar büyük bir
önemi olduğunu bize gayet iyi bir şekilde anlatıyor film. İlk başlarda
birbirlerine alışmayan iki grup, üstüne üstlük birçok sorun çıkarsalar da daha
sonra hepsi birden birbirine kenetlenip bir takım olmaları ve bu şekilde
mücadele edip maçları kazanmaları etkileyici sahneler çıkarıyor izleyenlere.
Gerçek dostlukların zor kurulduğunu ama ardından bir ömür boyu devam ettiğini
anlatan güzel bir film. Onlar kaybedemezdi çünkü onlar Titanlardı ve onlar
kazandıkça ırkçılık kaybetti.
Ben
yine bir spor aşığı olarak bu sefer de sanki 40 senedir Amerikan futbolu izliyormuşçasına
oyunun içine girdim bir Titan taraftarı oldum:)) Filmin çoğu yerinde ise gene
ağladım. Ya yaşlandım ya da çok duygusal bir herif oldum ben:)) Ayrıca hüzünlendiğiniz
sahnelerde yapılan espriler ise keyfinizi yerine getirir cinsten. Kısacası
hüzün ve sevinci aynı anda yaşatıyor size. Uzun lafın kısası mutlaka izlenmesi
gereken bir film. Ayrıca Heroes ile tanıyıp sevdiğimiz Hayden Panettiere ide
filmde koç Bill Yoast'un küçük kızı Sherly Yoast rolünde görmek mümkün:)) Unutmadan "Ain't No Mountain High Enough" mutlaka dinleyin. Filmden çok önce bildiğim bu şarkıyı film içinde dinlemek ayrı bir keyif verdi bana.
He Got Game
"The Father,
the Son, and the Holy Game"
Gelelim son filmimize. Beni bile
bilir favori spor dalımın basketbol olduğunu. Eee konu spor ve sinema ise bir
basketbol filmi izlemeden de olmaz. Yukarda da dedim benim için bir
filmde Denzel Washington varsa olay bitmiştir diye. He Got Game 1998
yapımı başrollerini Denzel Washington ve Boston Celtics takımının bugünkü
dedesi Ray Allen'ın paylaştığı Spike Lee imzalı bir basketbol filmi. Tabi ki
burada bizim için önemli olan başrol Ray Allen. Onu parkelerden ayrı bir yerde
beyazperdede görmek gayet hoştu. Oyunculuğu da pek fena sayılmaz aslında. Zaten
film de Ray Allen'ın üçlüğü ile başlıyor:)) Amerika'da basketbol oynuyorsan ve
üniversite seçimi yapacaksan bunun nasıl zorlu bir süreç olduğunu anlatan bir
film. Tabi bunu bir babanın oğlu ile olan sorunlu ilişkisi çerçevesinde
aktarıyor bize yönetmen. Filmde tek anlamadığım şey ise Milla Jovovich oldu.
Açıkcası filmdeki rolünü pek anlamış değilim. Sanki biraz filmi uzatmak için
kullanılmış üstüne üstlük bu güzelim kadını böyle çirkinleştirmek hiç olmamış.
Filmin sonunu ise yönetmen sanki biraz bize bırakmış gibi. İzlerseniz ne demek
istediğimi gayet iyi anlayacaksınız. Dramatik kurgusu çok sağlam olan He
Got Game'i özellikle tüm basketbol severlere şiddetle tavsiye ederim.
Püzant YÜCECAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder