Derin bir karanlığın içine düşüyorum. Adeta beni içine çekiyor. Çok direnmeye çalıştım ama olmadı maalesef. Önce hiç farkına varmadan yavaş yavaş başladı, şimdi ise son sürat karanlığın merkezine doğru ilerliyorum. Şu an sanki hiç geri dönemeyeceğim bir karanlığın içine düşüyor gibiyim. Bu öyle bir karanlık ki sizi ve benliğinizi sımsıkı ele geçiriyor. Sizi sarıp sarmalıyor. Ve sizi kendi istediği şekilde biçimlendirmeye başlıyor. Ardından bedeninizin her yerinde yaralar açmaya başlıyor. Ve o yaralar kanadıkça canınızı daha da acıyor. Karanlık ile savaşıyorum ve inanın onu yenmek hiç kolay değil. O benden, sizden, hepimizden daha güçlü. Karanlık korkularımdan besleniyor. Ve korkularım öfkeye dönüşüyor, öfke de nefrete. Ama biliyorum ki bu nefret sonunda beni acıya götürecek. Ve bu gerçekleştiğinde ben farklı, o bildiğiniz Püzant olmayacağım, olamayacağım. Beni başka birine çevirmeye çalışıyor bunu hissedebiliyorum. Direniyorum, çabalıyorum. Çünkü o insanlardan olmak istemiyorum. İki yüzlü, samimiyetsiz, çıkarcı, bencil. Daha doğrusu günümüz düzeninde hayatın her alanında kazanan insanlardan olmak istemiyorum. En azından bu şekilde değil. Bu şekilde olsun istemiyorum. Çünkü bu şekilde kazanacağıma hiç kazanmayayım daha iyi. Ama karanlık benim yolumun doğru olmadığını, kazanmak istiyorsam kendi söylediği yolun doğru olduğunu fısıldıyor hep kulağıma. Ben böyle bir insan değilim olamam diyorum. Olman lazım diyor eğer kazanmak istiyorsan böyle olman lazım diyor. Bana Püzant Yücecan zayıf bir insan ve Onu yok et diyor. Bu Püzant'ı yok etmek, kaybetmek istemiyorum. Çünkü bu Püzant gerçekten iyi bir insan ve siz onu seviyorsunuz. Ve biliyorum ki bu Püzant'ı yok edersem yerine yeni bambaşka yeni bir Püzant doğacak. Korkularından, acılarından, nefretinden beslenen kötü bir insan. Ben kötü bir insan olmak istemiyorum.
Bundan dolayı bu benim için çok farklı bir deneyim. Daha önce hiç yaşamadığım. Çok zaman karanlığın içine düştüğüm oldu ama bu hepsinden çok ama çok farklı. Bu öyle bir karanlık ki ışığı görmekte çok zorlanıyorum. Aydınlık sanki bana çok uzak. Bir şekilde bu karanlığın içinden gene çıkacağım. Bu sefer zor olacak ama çıkacağım. Biliyorum bana yardım etmek istiyorsunuz. Bana bu karanlığın içinde el feneri olmak istiyorsunuz. Çünkü dostunuzu, kardeşinizi, abinizi vs. vs. seviyorsunuz. Ben de sizi çok seviyorum. Sizin ile olan bağlarım eskiye göre daha zayıf farkındayım ama şunu da biliyorum ki beni ben yapan, hayata bağlayan sizinle olan bu bağlarımdır. Ama bırakın bu karanlığın içinde kendi doğru yolumu kendim bulayım. Bu deneyimi tek başına yaşayayım. Benim için belki de şu an doğru olan budur. Tek başıma tüm korkularımı, tüm kızgınlıklarımı, tüm nefretlerimi yenip aranıza geri döneyim. O sevdiğiniz, önem verdiğiniz Püzant olarak.
Ben şu an gerçeği arıyorum ve biliyorum ki gerçeği bulmak zor değildir, asıl zor olan onu kabullenmektir...
Afiyet olsun. Şerefe. Hepinize. Tüm sevdiklerime, seveceklerime, dostlarıma, kardeşlerime, arkadaşlarıma, eski sevgililerime, beni yarı yolda bırakanlara, belki de daha yoluma hiç çıkmamış olanlara, yolumu tamamlayacaklara. Hepinize afiyet olsun. Bir kadeh rakı koydum kendime, iki parça meze fazlasına gerek yok zaten. Sigaramı yaktım, arkada Anna Vissi çalıyor. Evet Yunanca, evet sözlerinden hiçbir bok anlamıyorum ama müzik evrensel değil mi sonuçta ne fark eder ki. Büyük bir olasılıkla ya hiç başlamamış bir sevdayı ya da bitmiş bir aşkı anlatıyor veya uzakta olan sevgiliye özlemini. Ben de rakımla eşlik ediyorum onun sevincine, kederine ve özlemine. Hepimiz insanız sonuçta ve hepimiz kırılganız.
Evet albayım kafamdaki cam kırıkları artık iyiden iyiye düşüncelerimi acıtmaya hatta kanatmaya başladı. Büyük parçalar sorun yaratmıyor da senin de dediğin gibi o küçük parçaları çıkarmaya çalışıyorum ama olmuyor. Her bir parçayı yerinden oynatmaya çalışırken düşüncelerim kanıyor. Ve düşüncelerim kanadıkça daha da umutsuz daha da karamsar oluyorum. Oysa ben böyle miydim albayım en iyi sen tanırsın beni. Mutlu, neşeli, hayata hep iyi bakmaya çalışan bir insandım ben albayım. Tanrıya inanan bir insandım. Her gece yatmadan önce dua eden bir insandım. Artık ne Tanrı kaldı ne de dua. Peki boynundaki haçı neden çıkarmıyorsun inanmıyorsan diyorlar. Çıkaramıyorum albayım. Çıkaramıyorum. Her çıkarmaya çalıştığımda aklıma bu hayatta en çok değer verdiğim varlık annem aklıma geliyor. Onun sevgisi haçı çıkarmama engel oluyor. Ona bir şey olursa dayanamam albayım.
Sevdiğim kadınlar geliyor aklıma albayım. Hepsi benden bir parça aldı götürdü. Bazen hiç başlamaması gereken bir ilişki yaşadım bazen de zaten hiç başlamadı. İnsan hiç başlayamayacağı bir ilişkiye inanır mı albayım?? Kalp derler aşkın organı için. Kalp değil albayım kalp değil. Kalbin suçu ne ki o çarpmaktan başka bir şey yapmıyor. Sadece onu gördüğümde, onla konuştuğumda ağzımdan çıkacak gibi olması dışında hiçbir suçu yok. Oysa beyin yani dolayısı ile akıl o öyle mi. Ben ne yakışıklı bir adamım ne de zengin ondan tek güvencem aklım ve en çok güvendiğim şey aklım şimdi bana ihanet ediyor, beni yoldan çıkarıyor, olmayacak bir şeye inandırıyor.Hayaller kurduruyor bana. Hep sonu kötü biten hayaller. Rüyalar görüyorum. Çığlıklarım sessiz geceyi yırtıp geçerken içimden bir parça daha alıp götürüyor, seni her gördüğümde olduğu gibi. Çünkü biliyorum olmayacak bir şeye inandırdım kendimi. Ama dediğim gibi aklım bana ihanet ediyor işte. Seni her gördüğümde aklıma Nazımın şiiri geliyor. "O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın." Aşkın en can yakıcı halisin be güzel kız. Bana her bakışında, her gülümsemende dünyalar benim oluyor. Sonra gene tek başıma kalıyorum. Bir hayalin, bir rüyanın içinde olduğumun farkına varıyorum. Ama o gülüşün. Sana dedim ya daha önceden sen yalan söylesen de ben inanırım. Gülüşlerin yalan da olsa beni mutlu ediyor.
Sevdiklerimden uzaklaşmaya başladım albayım. Sevdiğim için onlardan uzak duruyorum. Annemle eskiden her şeyimi paylaşırdım mesela. Artık ağzımı açamıyorum albayım çünkü ağzımı ne zaman açsam onu üzeceğimi biliyorum. Çok çekmiş zamanında bir de bu yaştan sonra benim için üzülsün istemiyorum. Ama o da her şeyin farkında ama ses etmiyor. Düzelmem için bekliyor. Fatih adında bir dostum var albayım. Sen de tanırsın, kardeşim gibidir. Korkuyorum ona anlatmaya bu düşüncelerimi. Neyin var diye sorunca bana hep geçiştiriyorum yorgunum diyorum. Evet kardeşim ben çok yoruldum ve artık toparlanmaya gücüm kalmadı. Keşke fiziksel bir yorgunluk olsaydı da geçseydi ama bu yorgunluk öyle bir şey değil kardeşim. Sana anlatmaya korkuyorum bunları. Biliyorum hiç sıkılmadan beni sonuna kadar dinlersin ama biliyorum ki bu anlattıklarımdan dolayı ağzıma sıçarsın. Ben de doğru olmadığını biliyorum ama elimde değil işte. Ondan dolayı anlatmıyorum sana. Beni sakın yanlış anlama. Bir de bir kız çocuğu var albayım belki daha tanımadın onu. Tanıştırayım sizi adı Sevgi. Dünyalar iyisi bir kız çocuğu. Daha benden çok ama çok küçük ama beni hep dinler hep elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışır. İyi geliyor bana onla konuşmak. 36 yaşında bir adama doğru yolu göstermeye çalışıyor bu kız çocuğu. Bunu başarıyor da ama işte aklım bana gene burada ihanet ediyor albayım. Doğru şeyleri dinlemeye çalışırken beni gene yanlış yollara sokuyor. İyi ki varsın be kız çocuğu iyi ki varsın. Bir de Umut var. Umut her zaman olmalı zaten de sen Umut'u hiç tanımadın galiba albayım. Çok iyi, güler yüzlü, hayata hep iyi tarafından bakmaya çalışan biri. Yani şu an benim olduğumun tam tersi. Bana elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışan başka birisi Umut. Daha diğerleri de var albayım onları zaten tanıyorsun. Kaan var, şu an yok ama varlığını her zaman hissettiğim biri. Velda var kız arkadaşı dünyalar iyisi birisi o da. Ayçe var, Yusuf var, Bimen var, Selin var ve de bir de Garen var ki o da benim gibi hayatla kavga eden biri. İyi ki varsınız. Yanımda olamadığınızda bile varlığınız hep iyi gelmiştir bana. Bir de Özkan Abim var. Seni ne kadar üzsem de seni çok seviyorum abicim.
Ama artık olmuyor. Düşüncelerim kanadıkça daha da zorlaşıyor bu hayat. Bedenimden aşşağıya doğru akmaya başlıyor kan. Ve bedenim bir yangın yerine dönüyor. İyi olmaya çalışıyorum ama artık olamıyorum. Çok zor geliyor bir yaştan sonra.
Sana da bir diyeceğim var güzel kız...
Sen her zaman güzelsin...
Umarım bir gün kendin gibi dünyalar güzeli bir kızın olur...
Hepinizi çok seviyorum. Abilerim, kardeşlerim, dostlarım, arkadaşlarım ve iş arkadaşlarım hepinizi tek tek, ayrı ayrı çok ama çok seviyorum. Ondan dolayı da burada size birkaç şey yazıp aldığım bu kararı açıklamaya çalışacağım. Böyle bir açıklamaya gerek duymamın sebebi ise insanların yapacağım daha doğrusu yapmayacağım bazı şeyleri üstüne alınmalarından korktuğumdur.
Hepiniz Dr. Jekyll ve Mr Hyde'ın hikayesini bilirsiniz. Beni, tanıyanların da bildiği gibi ani sinirlenmelerimde bazen ben bile kendimi tanıyamayacak hale geliyorum. Son zamanlarda ise içimdeki bu canavar artık daha da serbest kalmak istiyor. Ki ben onu seneler önce öldürdüğümü düşünüyordum ki açıkçası yanılmışım. Son birkaç haftadır bir değişim içindeyim ama elimden geldiğince bunu saklamaya, size yansıtmamaya çalıştım. Cem Yılmaz'ın stand-up'ında anlattığı o pis palyaço gibiyim aç parantez ben de o palyaçoyu sevmem kapa parantez. Ama elimden gelen hiçbir şey yok. Yukarıda da dediğim gibi hepinizi çok sevdiğim için sizi kırmak beni çok ama çok üzer. Sizi kırmamak için de devamlı güldüm, eğlendim ama gel gör ki işin bir de diğer kısmı var. Artık bu adam bunu, bu sahteciliği kaldıramıyor. Ben sevdiği insanlara gönlünü sonuna kadar açan, sevmediği kişileri ise yanına bile yaklaştırmayan bir adamım. Bundan dolayı da sahteciliği bırakıp artık en azından belli bir süre hepinizle eskisi gibi olamayacağım maalesef. Maalesef diyorum ki kendi açımdan belki sizin açınızdan sevindirici bir haberdir onu bilemem:) İşin şaka kısmı bir yana yukarıda da dediğim gibi bunu kendimden çok sizin için yapıyorum çünkü bu canavarın nasıl bir şey olduğunu ve neler yapabileceğini çok iyi biliyorum. Sizi elimde olmadan üzmemek için böyle bir yola başvurdum. Nasıl ki kanser hastaları için erken teşhis çok önemlidir ben de dün akşamdan itibaren bu şekilde davranmaya başladım."Neyin var abi?", "Ya keyfin yok senin", "Hiç bu halinle çekilmiyorsun" diyen arkadaşlarım oldu. İnanın o anlar size ters bir cevap vermemek için kendimi zor tuttum. Çünkü bu canavar onu çok rahat yapabilecek bir potansiyele sahip ve pişman olma, insanların kalbini kırdım ya ben ne yaptım gibi düşünceleri ve duyguları olmayan bir canavar bu.
Neyse gelelim konunun özüne. Aldığım bu karardan dolayı belli bir süre artık ne kadar olursa bu belki on beş gün belki bir ay artık bilemem bu süre zarfı içinde elimden geldiği sürece tek başına yaşamaya çalışacağım. Kimse ile samimi olmayı, sohbetlere katılmayı pek düşünmüyorum. Özellikle de bunu iş arkadaşlarımdan çok ama çok rica ediyorum. Çünkü dışarıdaki arkadaşlarım, dostlarım ile zaten iş güç dolayı ile ayda kaç kere görüşebiliyoruz ki. Ama iş arkadaşları öyle değil tabi ki. Nerede ise birbirimizi ailelerimizden daha çok görüp daha çok beraber vakit geçiriyoruz. Hepinizin bende yeri ayrıdır bunu bilmenizi isterim. Biriniz dostum, biriniz kız kardeşim bir diğeriniz başka bir şey ama dediğim gibi hepinizin bende yeri çok ama çok ayrı. Ondan dolayı sizi ne kırmak ne de üzmek isterim.
Bu sürecin sebebini, ne olduğunu ne bittiğini soran insanlar olacaktır. Sizden tek ricam bu yazıyı okuduktan sonra hiçbir şey sormamanız. Hakikaten neyin ne olduğunu ben de tam olarak bilemiyorum. Neden içimdeki bu canavar tekrar dışarı çıkmak istedi, bunu tetikleyen ne oldu inan ben de bilmiyorum. Oğuz Atay'ın "Tehlikeli Oyunlar" kitabında dediği gibi "Kafam cam kırıkları ile dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor". Zaten yalnız kalmak istememin de en önemli sebeplerinden biri de bu. Sorunun ne olduğunu ve bunu nasıl çözeceğime dair şu an aklımda hiçbir fikir yok. Ama bunu çözebilecek tek kişinin de ben olduğunun farkındayım. Biliyorum yardım etmeye çalışacaksınız ama şu dönemde ne sizin bana ne de benim size faydam olur. Biliyorum elimi uzattığım an hiç düşünmeden tutacak insanlar var ama şu an bunun zamanı değil. Zamanı geldiğinde zaten geleceğim insanlar sizlersiniz.
Yeni doğumlar hep sancılıdır. Bunu da bir nevi yeniden doğuş sürece olarak düşünün. Umarım tekrardan doğup aranıza dönebilirim. En başta da dediğim gibi hepinizi çok ama çok seviyorum. Kısa sürede tekrardan görüşmek üzere. Kendinize çok ama çok iyi bakın güzel insanlar.
Bu fotoğrafı ilk gördüğümde sen aklıma geldin benim kocaman
yürekli kardeşim. Bir iki satır bir şeyler yazmak istedim fotoğrafın üstüne ama
sen bir iki kelime ile anlatılacak bir insan değilsin ki benim güzel dostum.
Hoş satırlarca yazsak gene de seni anlatmaya yetmez o ayrı bir konu.
Hep bir ardıç kuşu gibi oldun bizim hayatımızda. (Fotoğraftaki
kuş ardıç kuşu mu bilmiyorum aslında ama ben ona benzettim, tıpkı seni bir
ardıç kuşuna benzettiğim gibi) En sevdiğimiz, en küçüğümüz ve en kırılganımız.
Fotoğraftaki gibisin aynen kardeşim. Sevmek istersin o ardıç kuşunu ama
severken ürkütmekten, canını yakmaktan da korkarsın ya işte seni sevmek de öyledir kardeşim. Seni sevmek
kolay değildir. Yürek ister, cesaret ister, zahmet ister. Kocaman yüreğin bir kuş gibi pır pır çarpar
hep. Hele şimdi. Şimdi daha da çok. Sevgini herkese vermek, onu herkesle
paylaşmak istersin. Çünkü biliriz ki sen hep İYİSİN.
Her zaman sana derim ya “Sen çok iyisin” diye hep öyle iyi
ol kardeşim. Bu kahpe dünyada hep böyle iyi kal, kal ki dünya senin önünde
küçülsün sen onun karşısında kocaman bir dev ol.
O kocaman yüreğini herkese açma. Bırak başkaları onu
keşfetmeye çalışsınlar. Zaten o kocaman yüreği keşfeden biri onu asla
bırakamaz. Keşfedemeyen koca götlüler ise onun altında ezilir gider.
Şimdi senin kırıkların var kardeşim ama asıl önemli olan
senin o güzel kalbini çok kırdılar. Biliyorum kardeşim. Hem de çok iyi
biliyorum. Ama sen vazgeçme. Onu vereceğin, onu hak eden insanı aramaktan asla vazgeçme.
İnan değer buna. Biliyorum bir gün biri çıkacak karşına ve fotoğraftaki gibi
tutacak senin o güzel yüreğini. Onu çok sevecek ama bir yandan da korkacak onu
incitmekten ama çok sevecek onu hem de çok.
Kimse için üzme kendini. İnan değmiyor benim güzel dostum.
Döktüğün gözyaşı ile ortada piç gibi kala kalıyorsun. Bırak onlar senin gibi
birini kaybettikleri için üzülsünler asıl. Seni kaybeden çok şey kaybetmiştir.
Kolay değil bu zamanda senin gibi birini bulmak. Bulunca da pamuklara sarıp
sarmalamak, orada korumak lazım seni. Ben bunu senle yaşayarak öğrendim ve daha
da öğrenmeye devam edeceğim.
Biliyorum şu an her zamankinden daha ürkek ve kırılgansın
hayata karşı. Korkuyorsun bir şey olacak diye bu da gayet doğal kardeşim. Ama
korkma benim güzel kardeşim korkma. Biz sevdiklerin, hepimiz senin yanındayız.
Fiziksel olarak yanında olamadığımız zamanlarda bile biliyorsun ki biz oralarda
bir yerlerdeyiz. Kalbinin en derin yerlerinde.
Bunu ben yazmış olsam da Fatih, Necla, Ecem, Zuhal, Özkan Abi, Görkem, Birkan ve nicelerinin eminim ki senin ile ilgili duygu ve düşünceleri bu şekildedir. Ondan dolayı bunu hepimizden bir geçmiş olsun yazısı olarak kabul et benim dünyalar güzeli kardeşim. Hep iyi ol, Hep iyi kal. Seni çok seviyoruz. En kısa sürede aramıza dönmen dileği ile.
Yoruldum çok yoruldum. Özellikle son bir iki aydır olan
koşuşturma beni çok yordu. Hem ruhen hem de bedenen. Aslına bakarsanız ruhen
yorulmak o kadar koymuyor bana da bedenen yorulmak koyuyor artık yavaş yavaş. eee yaş oldu 34 yolun yarısına geldik bile çoktan. Bakmayın 34 olduğuma
kendimden gençlere taş çıkartırım halaJ ama biraz en azından bir ay dinlenmenin vakti geldi de geçiyor bile. Hele de
sevmediğim şu yaz ayları başlamış iken bir ay dinlenmek çok iyi gelecek bana. Dinlenmek
derken tatilden falan söz etmiyorum. Beni bilen bilir yaz ayları dediğimiz o
ismini anmak istemediğim, sıcaktan kavrulduğumuz bir de benim gibi kilolu iseniz
her daim ter içinde kaldığınız zamanlar hiç de bana göre değil. Ben yağmur, kar
kış seviyorum arkadaş ne yapayımJ
Son birkaç aydır o mekân senin, bu içki benim derken demin de
dediğim gibi vücut hali ile yorgun düşüyor. eee buna bir de iş hayatı eklenince
yavaş yavaş mavi ekran vermeye başladık. Yorgun düşmenin yanında bir de
sevdiğin şeylerden uzak kalıyorsun. Tamam dostlarla olmak, eğlenmek, vakit
geçirmek güzel de bir yandan da hayatı boş geçmemek lazım. Okumak, yazmak,
çizmek, öğrenmek ve kendini geliştirmek. Böylece hem beden dinlenecek
hem de ruhum doyacak. Tabi arada bir rakı yaparız ama sadece o kadar o da bir en fazla iki kere. Özler misiniz? Onu ben bilemem artık ama pek de sevilen bir karakter değilimdir J
Peki, şimdi ne yapacağız??
Okumam gereken çok kitap birikti. Öncelikli hedefim onlar. Peki,
neler okuyacağız?? Gabriel García Márquez’in "Yüzyıllık Yalnızlık" kitabı ile
yavaş yavaş keşfetmeye başlayacağız tarihin her döneminde yalnız kalmış, sömürülmüş
Güney Amerika kıtasını. Ardından Eduardo Galeano'nun "Latin Amerika'nın Kesik
Damarları" ile kıtanın bugüne kadar neler yaşadığını, hangi kirli oyunlara sahne
olduğunu öğreneceğiz. En sonunda da Güney Amerika dendi mi ilk akla gelen isim
olan Che Guevara ile motorsikletimize atlayıp Güney Amerika’yı dolaşacağız baştan başa. Tabi bu arada yanımızda Alberto Granado da olacak;) Kim demiş gezmek zengin işi
diyeJ
Bu arada okuduğum dergiler var onları da unutmamak lazım. İki-üç ay önce kendi kendime dergi okuma alışkanlığı kazanacağım dedikten sonra önce
Türkiye’nin ilk bisiklet dergisi Cyclist Türkiye'nin ardından da "Düşünen Spor Dergisi" Socrates’in çıkması tamamen benim şansımdı J
Cyclist Türkiye’nin 3. Sayısı ile pelatonun yaramaz çocuğu Peter Sagan ile yollara
düşüp, Socrates dergi ile yine sporda orgazmın doruklarına varacağız. Socrates
aslında çok tehlikeli bir dergi J
Şöyle ki, bir konu hakkında yazılmış yazı öyle güzel ve iyi yazılmış ki yazının
konusu hakkında daha fazla şey okuyup öğrenmek istiyorsunuz. Sanırım bundan
dolayı dergiye "Düşünen Spor Dergisi" diyorlar.
İzlemem gereken bir sürü ama bir sürü film birikti. Hem bir
iki ay önce gösterime girmiş, hem de daha önce izlemediğim ama ben bunu neden
izlememişim dediğim bir sürü filmi izleyeceğim bu arada. Filmlerin yanı sıra
izlemem gereken birçok da belgesel var. Muhammed Ali ile ringlere çıkarken bir
yandan da Formula 1’in efsane ismi Senna ile gaza basacağız.
Bu arada tabi izinli günlerimde bitene kadar hiçbir etabını
kaçırmayacağım Giro d’İtalia var. Caner Eler, İnan Özdemir ve Sarper Günsal
sadece bu adamların muhabbeti için bile izlemek ayrı bir keyifli. Tabi bu arada
Fransa Açık yani namı diğer Roland Garros da başlamış olacak. Umarım Eurosport
bunun ayarını iyi bir şekilde yapar…
Gördüğünüz gibi spor, hayatımda çok ama çok önemli bir
yerde. Ondan dolayı spor hakkında daha çok okumam, izlemem ve nihayetinde
öğrenmem gereken çok şey var. Bundan dolayı aralarda vakit bulur isem eski ve
efsane olmuş basketbol ve futbol maçlarını da youtube’dan bulduğum kadar ile izleyeceğim.
Bu arada 6 Hazirandaki Şampiyonlar Ligi finalini de es geçmeyelim. Herkesin
aksine ben Juventus’un bir sürprize imza atacağına inanan kesimdenim. Bakalım
haklı mı çıkacağız yanılacak mıyız ilerde göreceğiz. Tabi unutmadan, uzun bir süre sonra bu sezon NBA Final serisini de izlemek istiyorum ama uykusuzluğa dayanabilirsek J Dayanırız be biz ki
Chicago Bulls – Utah Jazz serisinin her maçını izlemiş adamlarız tabi ufak bir
fark ile o zamanlar lisedeydik J
Şimdi diyeceksiniz eee bunlardan bize ne, neden yazıyorsun
bunları hadi sen utanmadın yazdın da biz neden okuyalım. Bilmiyorum sadece
içimden yazmak ve bu yazıyı okuyacak insanlar ile paylaşmak geldi. Paylaşmak
güzeldir be dostlar. Ne yapaydım bir kamyon dolusu para verip psikoloğa mı
gideydim. Onun yerine daha ucuz bir yöntem olan sizlere anlatıyorum işte. Artık
teşhisi siz korsunuz J
İslam Çupi: "Formanı sırtına, pabuçlarını ayaklarına
geçirdiğinde ilk hissettiğin şey ne idi?"
Lefter: "Kazanmak... Fenerbahçe taraftarını mesut
etmek..."
Kendimi bildim bileli, hatta daha kendimi bilmeden babamla
beraber senelerce Fenerbahçe maçlarına gittim geldim. Hiçbir taraftar grubuna
üye olmadım, olmam da ama karşı da değilimdir. Neyse uzatmayalım bu sezon
passolig uygulamasından dolayı normal maçları arkadaşlar ile beraber, derbi
maçları ise evde tek başına (annemle) izliyorum. Açıkçası son zamanlarda
oynadığımız kötü futboldan dolayı (Galatasaray maçını saymıyorum. Farklı
motivasyon) Beşiktaş maçını öyle bir derbi havasında değil de sıradan bir maç
gibi izlemeye başladım. Tıpkı içimdeki umutsuzluk adeta sahaya yansımış
gibiydi. Sanki Beşiktaş değil de biz iki gün önce Avrupa maçı oynamış ve
yorgunmuşuz gibi ortalarda dolaşıyorduk. Ben de sessiz sakin maçımı izliyordum
taa ki Emenike’nin (hayır gol kaçırdığı pozisyon değil) formasını çıkardığı
pozisyona kadar. Emenike'nin golü kaçırmasının ardından birkaç küfür salladım
ama sadece o kadar. Ardından Emenike’nin yaptıkları malum. Beni değiştirin
işareti yapmasına bile sesim çıkmaz iken Fenerbahçe formasını sırtından
çıkarması ile kendimi kaybetmem aynı ana denk geldi. Ettiğim küfürün haddi hesabı
yokken ellerimin ve sesimin titriyordu. İsmail Kartal Emenike’yi oyundan almadı
ama annem o an için en doğru şeyi yaparak televizyonu kapatmıştı. Maçın
yaklaşık 50. dakikasına kadar ben de açmadım. Çünkü sinirim ve öfkem geçmek
bilmiyordu. Çok duygusal çocuğum bana sahip çıkın;)
2010-11 sezonun en çok konuşulan isimlerinden biri olan
Karabüksporlu Emmanuel Emenike Spor Toto Süper Lig’in bitiminin hemen ardından
gösterdiği iyi performans ile Fenerbahçe ile 4 yıllık sözleşme imzalamıştı.
Malumunuz üzere yaşanan 3 Temmuz süreci ile ifadesi alınan ve daha sonra
serbest bırakılan Emenilke, bu olaylar dolayısıyla Türkiye'de kalmak istemedi
ve ayrılmak istediğini yönetime iletti. Bunun üzerine de Emenike 28 Temmuz
2011'de Rusya'nın Spartak Moskova takımına 10 milyon Euro’ya satıldı.Ve
Fenerbahçe taraftarını için de 2 senelik bir uhde başladı.
Emenike’nin Spatak Moskova’da oynadığı dönemde hepimizin de
hatırladığı gibi Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi Ön Eleme eşleşmesinde İstanbul’da
oynanan maçta Fenerbahçe’ye gol atmasına rağmen gelip Aykut Kocaman’ın elini
öpmesi ile Emenike bir kez daha taraftarın gönlünü kazanmıştı. (Bu çocuk bizden biriydi)
Fenerbahçe forvetlerinin her kaçırdığı gol sonrası yaklaşık
2 senelik bir “Ah Emenike olsa burada atardı” sezonunun ardından Fenerbahçe
yönetimi Spartak Moskova ile anlaşarak taraftarın içindeki uhdeyi dindirmeyi
başardı. 9 Milyona Karabük’ten alınan ardından 10 milyona Spartak Moskova’ya
satılan Emenike 2 yıl aranın ardından 13 milyona Fenerbahçe’ye transfer olurken
kulüp bu transferden yaklaşık 3 milyon zarar etmesine rağmen Emenike’nin
Fenerbahçe’de olması her şeyden önemli idi.
Fenerbahçe ile ilk sezonunda 12 gole imza atan ve ilk senesinde şampiyonluk yaşayan Emenike bu sezon lige istediği gibi başlayamadı. Spor Toto Süper Lig'in 25. haftasını geride kalır iken Emenike şu an ligde sadece dört (4) gol atabildi. Olabilir kötü bir dönem yaşıyordur (Hayırlı bir kısmet bulsak belki olacak bu iş), orta saha onu yeterince beslemiyordur veya yanlış yerde oynatılıyor olabilir. Bunlar futbolun teknik taktik detayları. Burada bundan söz etmeyeceğiz. Zaten bu konuyu benden değil işin ehlilerinden okumanızı tavsiye ederim. Burada bahsedeceğimiz herkesin bildiği gibi Beşitaş maçında çocuğumuzun sergilediği tavırlar. Bunun için ise biraz nostalji yaparak, örnekler vererek durumu inceleyelim.
İslam Çupi: “Öf be! Yeter artık bu forma benim sırtımı
sıktı” dediğin bir an oldu mu?
Lefter: Ben, Fenerbahçe formasını sırtımda değil, başımda
taşıdım. Ben, Fenerbahçe formasını her zaman "Tanrı uzun ömürler
versin" aşkı ve anlayışı içinde giydim.
Ki sen daha bu formayı kaç kere sırtında taşıdın da artık
sıkıldın be Emenike...
Sen o formayı sadece sırtından çıkarmadın Emenike bunla
beraber sırtını da Fenerbahçe taraftarına döndün. Bu takımdan kimler geldi
kimler geçti. Farz-ı misal Guiza. İspanya’dan gol kralı olarak gelip oynadığı
dönem içinde çıktığı 62 Süper Lig maçında sadece 23 gol atabilen Guiza asla o
formayı sırtından çıkarmadı ve o sahayı terk etmek istemedi. Belki maç içinde istemiş olabilir, içinden geçmiştir bunu bilemeyiz ama asla eyleme geçirmedi.
Her ne kadar oynadığı dönemde pek başarılı olamasa da hala
Fenerbahçe taraftarının ismi anıldığında yüzünü gülümsetir. Özellikle Bucaspor
maçında attığı galibiyet golünden sonra salya sümük ağlaması hala akıllardadır.
Ama sen o şansını bile o formayı sırtından çıkararak
yitirdin Emenike. Burada taraftarın kendi oyuncusunu maç oynanır iken ıslıklaması
konusuna hiç girmeyeceğim çünkü bu tamam ile farklı bir konu. Tek diyeceğim şey
maç esnasında azımdan çıkan şu cümledir “ Bu ıslıklar sadece şu kaçırdığı
pozisyon için değil, her şeyin birikmesi ve patlamasıdır” Islıklama konusu
hazır açılmış iken bu takımın Lefter'den sonraki en büyük efsanesi Alex bile
ıslıklandı o sahada Emenike efendi. Sen kimsin ki o ıslıklamaları
kaldıramıyorsun. Sözleşme imzalar iken ne kadar profesyonel oluyor bu
futbolcular ama söz sahada o sözleşmenin hakkını vermeye geldiğinde ise hemen
duygusal çocuk kimliğine bürünüyorlar. Dua et burada sadece ıslıklanıyorsun, Bundesliga’da olsan herhalde şimdiye kadar intihar etmiştin.
Islıklardan dolayı rahatsız olmuşsunuzdur tamam haklısın
diyelim ki işin gereği bana göre hiçbir hakkın yok ama formayı çıkarıp sahayı
ter etmek nedir arkadaş biri bana açıklasın lütfen. Sen kim oluyorsun ki teknik
direktörün seni oyundan almadan oyundan çıkmaya çalışıyorsun. Burada tabi ki
İsmail Kartal’ı eleştirmeden geçmek Emenike’ye açıkçası haksızlık olur diye
düşünüyorum. Emenike’yi kazanmak istiyorsun hocam bunu anladık da bu kadar
ısrar niye? Adirana Lima'ya karşı bu kadar ısrarcı olsam herhalde bir akşam
yemeğini hak ederdim ama olmuyor işte hocam görmüyor musun? Bir oyuncuyu
kazanmanın tek yöntemi illa ilk 11 çıkarmak mı hocam? Bugün Manchester United’da oynayan Radamel Falcao’nun piyasa değeri 45 milyon Euro, Liverpool’da
oynayan Mario Balotelli’nin ise 27 milyon Euro, Emenike’nin ise 12. Piyasa
değerini geçtim ismen daha büyük bu iki oyuncu yeri geldiğinde yedek otururken
Emenike neden oturmaz. Şöyle bir şey hayal edelim. Beşiktaş maçı 0-0 devam
ediyor ve Emenike kenarda. Dakikalar 70’i gösterdiğinde oyuna giren Emenike
90’da Fenerbahçe'nin galibiyet golünü atıyor. Bu sezon şu ana kadar oynanan 25
maçta sadece 4 gol atması falan kimsenin umunda olmazdı. O golün ardından ne
akıllarda daha önce kaçırdığı net gol fırsatları kalırdı ne de başka bir şey.
Böylece sadece maçı kazanmak ile kalmaz Emenike’yi de kazanmış olurdun. Not:
Şimdi çıkıp biri İsmail Kartal’ı neden suçluyorsun, 11’i başkan yapıyor ve o
nasıl isterse İsmail Kartal’da takımı öyle oynatıyor derse kaale almam. Çünkü
bir takımın sahaya çıkacak 11’ini teknik direktör yapar ve onun dediği taktik
ile oynanır. Öyle olur di mi ben yanlış bilmiyorum??
Duygusal Çocuk
Pardon anlamadım? Öncelikle şunda
anlaşalım futbol oynamak
futbolcunun iş dir ve bundan da normal
bir işde çalışan insandan kat kat fazla para kazanırlar değil mi? Hadi bakalım
ben de yarın öbür gün işe gittiğimde ve müşteri ile bire bir temas halinde iken
birden sinirlenip bağırıp çağırayım ardından da iş yerimi terk edeyim bakalım
şirketim “Duygusal çocuktur olur böyle şeyler” der mi yoksa 2 dakika içinde
beni susuz sabunsuz kapının önüne kor mu? Sadece futbol değil sporun neredeyse
her dalında, her sporcuda duygusallık vardır. Örnek verecek olursak Mirsad
Türkcan şakağından kanlar akarken halen parkede olmak istemesi duygusallıktır,
Emenike’nin yaptığı değil… Tabi ki biz nasıl her iş günü %100 kapasite ile
çalışamıyorsak, bizim de problemlerimiz varsa ve az da olsa bunu işde iken bile
dışarıya yansıtıyorsak futbolcuların da bu hakkı vardır. Vardır ama nereye
kadar? Maç esnasında formayı çıkarıp gitmeye kadar mı? Eğer cevabınız “Evet”
ise bu hakkı o oyuncuya kim veriyor bana bir açıklar mısınız? Eğer sen maç
esnasında ki bu da bir derbi maçı ise ve sen o formayı çıkarıp gitmek
istiyorsan sana normalde “Güle Güle” denmesi lazım. Deniyor mu peki?
Haddimiz olmadan yukarıdaki son cümlemizi buradan bağlayarak
devam edelim ve konuya noktayı koyalım... (Benim için sözleşmesi fesih edildiği gün konu kapanmış olur) Dün tr.eurosport.com da okuduğum haber aynen şöyle idi.
Fenerbahçe Başkanı’nın karşısında bacak bacak üstüne attı
diye sinirden yerinde duramayan başkana ne oldu? Formayı çıkarıp sahayı ter etmek istemesi
Fenerbahçe teknik direktörüne hakaret değil midir Başkanım? O formayı onla
beraber o anda sahada terleten takım arkadaşlarına, bu formayı daha önce giymiş
Fenerbahçe futbolcularına, Fenerbahçe taraftarına, Fenerbahçe’ye ve Fenerbahçe üzerinden
sana da hakaret değil midir başkanım?
Bloga yazmaya bazı sebeplerden dolayı ara vermiştik ama
yargıtayın Başkan'ın cezasını onamasının ardından yine yerimizde duramadık ve
içimizi dökmeye karar verdik. Aslında burada yazacaklarımın kısa bir özetini
dün akşam twitterdan yazmıştık ama 140 karakter limitinden dolayı içimizi tam
olarak dökemedik. İçimizdekileri çok uzun olmamak ama çok da kısa tutmamak
kaydı ile burada yazmaya başlayalım.
Hepimizin de bildiği gibi birkaç gün önce yargıtay Aziz
Başkan'ın cezasını onadı ve Fenerbahçemizin 2010-11 sezonunda şike yaptığına
karar verdi ve ne hikmet ise daha düne kadar yargı bağımsız değil, ben bu
yargıya güvenmiyorum Ergenekon, Balyoz davaları kurmaca diyenler için yargı
birden bire Türkiye'de en güvenilir kurum haline geldi #yersen. Neyse konumuz
bu yanardöner kitle değil tabi ki. Yargı, Başkanın cezasını onadıktan sonra
herkes Fransa'da bulunan Başkanımız için "Artık Türkiye'ye gelmez"
demeye başladılar ama gelin görün ki kazın ayağı öyle değilmiş. Yarın (Salı)
akşam Başkanımız alnı ak bir şekilde geliyor memlekete. Hepimiz de Allahlın
izni ile yarın akşam Sabiha Gökçen Havaalanında olup Başkanımızı
karşılayacağız. Burada bir parantez açalım ve gidecek tüm dostları dikkatli
olması konusunda uyaralım. Zira konu Fenerbahçe olunca sevgili polisimizin
takındığı tavır herkesin malumu. Bayan voleybol takımımızın Avrupa Şampiyonu
olduğu zaman 14 yaşındaki bir çocuğun ayağını kıran polisten her şey beklenir.
Ayrıca havaalanında miting yapmak "bazılarına" serbest, bize değil.
Neyse kapa parantez konumuza geçelim.
Başkanıma buradan seslenmek istiyorum. Biliyorum onun bu
satırları okumayacağını ama sizin aracılığınız ile ona seslenmek istiyorum.
Bazıları gibi bu memleketten kaçıp ceza almamasına rağmen geri dönmeyenlerin
aksine sen haksız yere ceza almana rağmen buraya geri dönüyorsun. Bu bile benim
için suçsuz olduğunun yegâne ispatıdır. Evet göz göre göre, haksız yere hapse
girmeye geliyorsun Başkanım ve artık dönülmez noktadayız. Ne diyordun Başkanım
"Zamanı geldiğinde konuşacağım" artık zaman geldi Başkanım konuş
artık, konuş ki kim neyin ne olduğunu görsün. Bunu da en çok o çok sevdiğin
Fenerbahçen ve onun büyük taraftarı için yap Başkanım. Konuş Başkanım çünkü bu
taraftar bunu hak ediyor. Çünkü bu taraftar seni en başından beri hiç şüphe
duymadan savundu. Senin için Çağlayan'da soğuktan dondu, biber gazı yedi, polis
tarafından dövüldü. Her şeyi geçtim o çok sevdiğin Fenerbahçenin büyük
taraftarı 12 Mayıs'ta hem de hiç bir sebep yokken bizzat bu devletin kolluk
kuvvetleri tarafından, o her taşında emeğin olduğu stadda canlarına kastedildi.
Ama onlar ne yaptılar susmadılar. Susmadılar çünkü haklı olduklarının
farkındaydılar. Susmadılar çünkü sana inandılar. Hatta başbakanı protesto
ettiler diye provokatör damgası da yediler. Terörist oldular. Susmadılar ve
seni savundular. Seni seven, sevmeyen herkes kol kola oldu. Etten duvar oldular
oradan oraya, işini gücünü, okulunu bırakıp memleketin her köşesinde seni
savundular.
Şimdi yarın akşam geliyorsun Başkanım, Yukarıda dediğim gibi
sırası gelince konuşacağım dedin ama konuşmadın. Konuşursam yer yerinden oynar
dedin konuşmadın. Artık bu işin geri dönüşü yok Başkanım. Gel Başkanım biz gene
senin yanındayız ama bu sefer gel ve konuş. Sana inanmış bu taraftar için
konuş, Çağlayan'da dayak yiyen, Kadıköy'de canına kast edilen, o stadı tıka
basa dolduran bayan taraftarlar için konuş Başkanım.
Konuş Başkanım yeter ki konuş. Konuş yer yerinden oynasın,
oynasın ki bize bu kumpası kuranlar o yerin içine girsin ve bir daha oradan
çıkamasınlar...